Yolda «Babalar ve Oğullar», «Oğlum Oğlum» gibi kitap isimleri aklına geliyordu. Bir zamanlar böyle romanlar okumuştu. Çok güzel kitaplardı. Hala hafızasındaydı. Arabanın direksiyonunu kullanırken yanındaki karısına baktı. O da dalgındı. Muhakkak oğlunu düşünüyordu. Ne tuhaf şey! İkisinin de müşterek bir varlıkları vardı bu dünyada: Canlı, sihirli, cazibeli, kutsal bir varlık. Gittikçe irileşen, büyüyeli, hacim ve ağırlık kazanan bir yaratık... Zaten «yaratık» denen şey durmadan büyür, durmadan kuvvetlenir ve nihayet durmadan ölüme yaklaşırdı. Aklına ölüm gelince canı sıkıldı. Bu kadar genç bir insan, bir çocuk bile bir gün gelip ölecekti. «Ya analac, babalar?» dedi, kerdi kendine. Bir sigara yaktı. Şimdi hayatı düşünecek yaştaydılar. Baba 42, oğlu 13 yaşındaydı. Erzurum'un «Kızıiimaret» köyünde doğmuş, İstanbul'da Sultanahmet Sanat Enstitüsü'nde okumuş, sonra SES Tiyatrosuna «dansör» olarak girmişti. Oğlu ilkokulu bitirmiş, bir Fransız okuluna yazılmıştı. «Oğullar» bab...