Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Şey Dergisi’nin 1983 Tarihli 12. Sayısı

https://www.tozlumagazin.net/

"Beyaz Kelebekler"i Trafik Kazasında Kaybettik

18 Ocak Pazar gecesi Maksim Gazinosu’nun kulisinde, Beyaz Kelebekler’in menecerleri Turgut Akyüz ile konuşuyorduk. «Zor günler geride kaldı» diyordu. «Artık önümüzdeki günler bizim. Ama kendimizi kabul ettirmek için ne sıkıntılar çektik sizler çok iyi biliyorsunuz. İnşallah bir gün Avrupa sahnelerine de çıkarsak, o günleri hatırlar ve yazarsınız.» Bu konuşmanın üzerinden dört veya beş saat geçmiş geçmemişti, telefonumuz acı acı çaldı. Adapazarı muhabirimiz arıyordu ve bize şu kara haberi veriyordu: — «Beyaz Kelebeklerden üçü yanarak öldüler. Fakat kimliklerini henüz tespit edemedim. Ankara - İstanbul yolu trafiğe kapandı.» Yarım saat sonra telefonumuz ikinci defa çalacak ve Adapazarı muhabirimiz feci kazada ölen 3 Beyaz Kelebek’in kimliğini verecekti: Altan Eke, Rıfat Eke ve Behzat Kutlubağ... Verilen haberin gerçek olmamasını dileyerek sabahı zor ettik. Ama dileğimiz olmadı. Haber gerçekti. 3 Beyaz Kelebek aramızdan sessizce ayrılmıştı. Adapazarı muhabirimiz kazayı telefo

Nazan Şoray Saman Alevi Gibi Söndü

Sinemaya geldiği günlerde ablasının şöhretinden de faydalanarak büyük reklam yapan Nazan Şoray, kendisinden bekleneni veremeyince prodüktörleri sukutu hayale uğrattı, bir saman alevi gibi sönüverdi... Nazan Şoray, ilk filmi ''Cesur Yabancı''ya başlamadan birkaç gün önce gazetecilere bir gece kulübünde kokteyl vermişti. O gün kokteyle gelenler hatırlarlar, gazetecilerle Nazan Şoray'dan daha çok annesi Meliha Sav (Şoray) konuşmuş, büyük kızı Türkan Şoray'a olan kızgınlığının tesiriyle olacak kocaman, kocaman laflar etmişti: ''Göreceksiniz'' demişti, ''Nazan ablasını geçecek. Ondan daha güzel, üstelik ondan daha da akıllı. İki yıl sonra filimciler ona ablasından daha çok para verecekler...'' ''Cesur Yabancı'' filmine başlandığı ilk günlerde Meliha Sav (Şoray) ın bu kehanetleri herkese tutacak gibi görünmüştü. Öyle ya, Nazan Şoray ilk filmini bitirdikten sonra ''Yedi Köyün Zeynebi''ne başlamış

Clark Gable "Rüzgar Gibi Geçti" ile Anıldı

1939’da çevrilmiş olan «Rüzgâr Gibi Geçti» filmi günümüzün tekniğine uygun hale getirildikten sonra muhteşem bir galayla tekrar gösterilmeye başlandı. Hollywood şöhretlerinin büyük bir kısmının katıldıkları bu galada filmin baş artistlerinden sadece. Olivia de Havilland’ın bulunabilmesi, sinemaseverleri ziyadesiyle üzdü. Bu muhteşem gala dolayısıyle «Rüzgâr Gibi Geçti»nin unutulmaz yıldızları Clark Gable, Vivien Leigh ve Leslie Howard bir kere daha anıldı. Hollywood, bugünlerde yeni sinema mevsimini açtı. Galalar birbirini takip ediyor. Daha şimdiden yılın başarı kazanacak filimleri üzerinde tartışmalar yapılıyor. Bu arada hemen şunu da söyleyeyim. Yeni mevsimle beraber Hollywood’un büyük şirketleri arasındaki rekabet de şaşılacak derecede arttı. Rakip şirketler, birbirlerinin galalarına kendi artistlerini göndermeyerek rakiplerinin galalarının sönük geçmesi için elinden geleni yapıyor. Filmcilerin kendi aralarındaki kavgalarına, rekabetlerine hiç bir şekilde karışmayan televizy

Barış Manço Belçika'ya Döndü

Barış Manço 'yu Türk müzikseverleri Galatasaray Lisesi'nde öğrenciyken tanırlar. İlk zamanlar «Barış Manço ve Kafadarları» adını taşıyan topluluk daha sonra bunu «Barış Manço ve Harmonileri» olarak değiştirmişti. Bu amatör topluluktakiler o yıllarda yapılan yarışmalarda kendilerini gösterdiler ve ilk ağızda 3 plak doldurdular. «Barış Manço ve Harmonileri» nin o zamanlar en büyük özellikleri «Twist» dansını ilk olarak lanse etmeleriydi. 1963 yılında Barış Manço'yu Avrupa yolcusu olarak görüyoruz. Lise tahsilini henüz tamamlamıştır. O günlerde Sirkeci meydanında rastladığı salyangoz yüklü bir kamyonun şoförü ile anlaşıp hayallerinin ülkesi Paris'e hareket eder. Barış, Paris'te bir süre sonra, ünlü Barcley plak şirketine plak doldurmak için başvurur. Barış'ın buradan aldığı cevap: «Siz, bu Fransızca ile ıslık bile çalamazsınız.» olur. Barış, bütün gücünü Fransızcasını ilerletmeye verir. Aradan bir buçuk yıl geçer. Barış Fransızcayı artık bir Fransız g

Meral Orhonsay Aklandı

Genç kadın her şeyini bir anda kaybetmişti. Tanıdıklarına, yakınlarına telefonlar ediyor: «Kumarda kaybetsem yanmayacağım. Ama benim hiç kimseye borcum yok. Ben hiç kimseye 21 milyon liralık çek vermedim» diye yakınıyordu. Üç yıl beraber olduğu evli, iki çocuk babası Mersinli sevgilisi hiç de Meral Orhonsay gibi düşünmüyordu. Elindeki 21 milyonluk çeki icraya vermiş, Orhonsay'ın tüm mal varlığına el koydurmuştu... Sonra bir dedektif gibi genç kadın, olayların peşinden gitmeye karar verdi. Emniyet Müdürlüğü ne başvurup, polis kriminalistik laboratuvarından «el Yazısı ve imza tetkiki» istedi. Olaya el koyan Mall Polis'e gelen «ekspertiz raporu»nda «çekteki imzanın Meral Ortıonsay'a ait olmadığı» vurgulanıyordu... Şimdi bir anda kaybettiği tüm mal varlıklarına yeniden kavuşan Meral Orhonsay, elindeki «ekspertiz raporunu» önüne gelene gösteriyor ve: «En çok aklandığıma seviniyorum. Nereye gitsem bana başka bir gözle bakıyorlardı. Ben ne kimsenin parasını gasp ettim,

Selma Güneri Kaynanasına Yanaştı

Selma ile Cihangir'de Oya apartmanının üçüncü katındaki dairesinde konuştuk. Kaynanası ile birlikte bavullarını yerleştiriyor, bir yandan da bize laf yetiştirmeye çalışıyordu: «Annemin sözleri karşısında hayretler içinde kaldım. Sevgiyle, iyi niyetle hareket ettik, annem bizim hareketlerimizi suiistimal etti. 'Hayatımda ilk defa aşık oldum. Seviyorum anne; mutlu olmak istiyorum anne!' dedim, her defasında karşıma çıktı. Adeta beni bedbaht etmeye çalıştı. «Yusuf beni param için kandırıp evlenecek insan değil. Henüz 22 yaşnıda. 40 yaşında falan olsa, insan belki feleğin çemberinden geçmiş diye düşünüp bazı endişeler duyabilir. Ama Yusuf'um tertemiz.» Durdu. Derin bir soluk aldı. Sigarasını yaktı. Çok sigara içiyordu. «Yok efendim paramı yiyormuş, yok efendim beni sömürüyormuş. Onun parası, onun şöhreti yok mu? Çocuk kendi kazandığı paraları bile benim adıma yatırdı. Hemen yatak odasına koştu. Banka cüzdanını getirdi. Büyük büyük rakamlar okudu. Bir sigara d

Her Rolün Kadını Hale Soygazi

Hale Soygazi'nin çoklukla sinemaya dönük anılarına yer verdiğimiz bu yazı dizimizin ikinci bölümünde sizlere, sanatçının son yıllardaki çalışmalarını yansıtacağız... 1973 yılından 1978 yılına kadar geçen dönem içinde kendi deyişiyle «Salon tür» filmlerde rol alan Hale Soygazi, o yıllara ait özeleştirisini şöyle yapıyor: «1978 yılının başlarında çektiğimiz 'Maden' filminden ilk 'Altın Portakal' ödülünü kazandım... Aslına bakacak olursanız sinemaya bu filmden önce ara vermeyi düşünüyordum... Çünkü gittikçe oyunculuğum bozuluyordu... Niteliksiz ve içeriği belirsiz filmlerde oynamak ve kadını salt bir süs eşyası gibi gösteren senaryolarda rol almak beni artık iyice bu meslekten bıktırmıştı... Ancak sinemayı çok seviyordum... Mutlaka bir çıkış yolu bulmalıydım... Çelişkili duygular oluşmaya başlamıştı... Bir yandan salon kadım rollerine çıkmak istemezken, öte yandan da sinemaya ilgi alanım gittikçe genişlemeye başlamıştı... 'Maden' filmini çevirdikten so

Nejat Uygur İnşaatta Çalıştı

Geçen yıl gördüğüm üç oyunundan sonra Nejat Uygur bende, büyük bir ortaoyuncu, aynı zamanda aksiyonla espriyi başarıyle birleştiren, son yılların en kuvvetli tuluatçılarından biri olduğu kanaatini uyandırmıştı. Hele onun mevsim sonu, herkesin sayfiyede bulunduğu bir sırada, Beyoğlu'nda Ayfer Feray Tiyatrosundaki başarısı, bana bu kanaatimde yalnız olmadığımı da anlatmıştı. Onu bu mevsim görmeye gittiğim zaman, evvelki oyunların tesiriyle çok daha başarılı bir şeyler ummuş olacağım ki, «Altı Kaval, Üstü Şişhane» beni biraz hayal sukutuna uğrattı. Eser ortaoyunu tarzında. Süavi Süalp yazmış. Eski bir ortaoyunu alınıp, derlenip toparlanmadığına, yeniden yazıldığına göre, çok daha başarılı olabilirdi. Entrikler, espriler, eski tekerleme kalıpları içinde, bugün halkın güleceği çok daha güzel, çok daha bugüne uygun şeyler olabilirdi. Böylece oyunun pişekarIiğini yapan Bahri Beyat sıkıştıkça, senelerdir kullandığı kar-ı kadim ortaoyunu beylik açmazlarına kaçmaz, Nejat Uygur da bu

Zeki Müren'in Mini Eteği

ZEKİ MÜREN 15 yıldır sahnededir. Bu pek önemli değil aslında, önemli olan bir adamın — bu Zeki Miiren bile olsa — tam 15 yıl boyunca daima zirvede kalmayı becerebilmesindedir. Zeki Müren'in sesi, müzik bilgisi, kültürü bugün her türlü tartışmanın üstündedir, ama bizce onun zirvede kalışının asıl sebebi, daima «yeni» kalmayı bilmesindedir. Gerçekten, Zeki Müren her yıl bir sürü yenilikle çıkar halk karşısına, onları bıktırmaz, üstelik her seferinde gelecekte yapacağı yeniliklerin ipuçlarını verir dinleyicilerine. Lafı fazla uzatmadan bu konuda şöyle söylenebilir: Zeki Müren’in sadece dinleyicisi yoktur. Zeki, hem dinlenir, hem de seyredilir. Bu yıl ikinci defa sahneye çıkan Zeki Müren’in sahne yeniliği herhalde önümüzdeki günlerde büyük polemiklere yol açacaktır. Nasıl açmasın, Zeki Müren/1970, sahneye bu yıl kadınlar arasında hayli tutulan tunikle, maksi etekle çıkmakta, dinleyenlerin hayretini mini mini etekli bir kıyafet giyerek daha da arttırmaktadır. Bu konuda çeşitli şe

Rex Harrison ve Trevor Howard Bodrum'da

İtiraf etmeliyim ki, burnunda «Calisto» yazan yat, güneşin battığı memleketlerden süzüle süzüle gelip Bodrum limanına demirlediği zaman ilgimizi çeken sadece yatın güzelliği ve arkasında dalgalanan İngiliz bayrağı olmuştu. Akdeniz’in bu güzel beldesine yolunuz düşmüşse bilirsiniz. Bodrum Limanına hergün bir sigara içimlik mesafedeki Yunan adalarından birçok gemi, yat, yelkenli, motor, taka gelir.. Türkiye'ye, günübirliğine veya aylığına, haftalığına yüzlerce turist getirir. Turist Bodrum'lular için geçim kapısı, tekneler ise göre göre kanıksadıkları birer filimdir.. Eğer «Calisto»nun içinde o iki kişi olmasaydı, bu bembeyaz tekneyi, Bodrum'da ,pek alışık olmadığımız Ingiliz bayrağını taşıdığı ve o gün limanda bulunan teknelerin en zarifi olduğu için seyredecektik.. O da birkaç dakikalığına.. Ama dedik ya, içinde o iki kişi olmasaydı... Önce gözlerimiz faltaşı gibi açılmıştı.. Sonra ağzımızdan bir «Aaaa!» nidası dökülüvermişti.. Dile kolay! Karşımızda bugüne kadar s

Rossano Brazzi Çocuklar Gibiydi

Otelden çıktılar. Acemi okul çocukları gibi kendilerini bir gören var mı, yok mu diye ürkek ürkek etraflarına bakındılar. Tasalarının yersiz olduğunu anlayınca da neşe içinde gülüşerek elele tutuştular ve boş kaldırımda koşmaya başladılar. Öğle sıcağında derin bir sessizliğe bürünmüş olan Tarabya Parkı biraz sonra bu iki gözüpek kaçağın şen kahkabalarıyle dolmuştu! Kaçaklardan biri saçları kırlaşmış, yakından bakılınca yüzündeki kırışıklar daha da iyi seçilen, ellisini aşkın bir delikanlıydı! İkinci kaçak ise zayıf mı zayıf, çelimsiz mi çelimsiz, genç bir sarışın kadın... Yaz ortasında İstanbul kızgın güneş altında kavrulurken, onlar Tarabya koyunda elele verip çocuklar gibi eğlenmek fırsatını buldukları için mutluydular. Şu anda ne erkek saçlarındaki akların sayısını, ne de kadın hayat mücadelesinin çetinliğini, düşünüyordu. Bu arada parkın bir köşesine gizlenmiş olan fotomuhabirini de bir süreden beri İstanbul'da bulunan İtalyan aktörü Rossano Brazzi ile «İstanbul Macerası»

Yurdaer Doğulu ve Aziz Ahmet Evlendi

Genç kız kalbi bu, tatlı söze nasıl dayansın?... Hele bu tatlı sözler bir de müzikle söylenirse... Asırlardan beri bozulmayan bir kuraldır bu... Bugün hala atalar sözünü yerine getirip, davulcuya kaçanlar çoğunlukta. Zurnacının yerini ise çeşit çeşit müzisyenler aldı. Bu arada hiç bir şey çalmayan, sadece şarkı söyleyenler daha revaçta... Dedik ya, asırlardan beri değişmeyen bir kuraldı bu... Yıllar öncesine şöyle bir göz atın; France Lizst’i görürsünüz. Güzelliği ile ünlü bir kontesi kocasından ayırır, ondan tam beş tane çocuğu olur. Hacı Arif Bey'i görürsünüz, saraya müzik dersi vermeye girer, ayartmadık cariye bırakmaz. Chopin'i görürsünüz, erkek düşmanı George Sand’ı peşinden koşturur. İşte geçtiğimiz hafta iki genç kızımız daha, iki müzisyenin müzikli ilan-ı aşkına dayanamayıp, evleniverdiler. «Altın Parmak»lı gitarist Yurdaer Doğulu ile, Moğolların uzun boylu solisti Aziz Azmet, uzun süredir flört ettikleri nişanlılarıyla peşpeşe evlendiler. Nikahlardan ilki, Ank

Uğur Güçlü Sarı Kemer Aldı

Yeşilçam'da efendiliği kadar sporculuğu ile de ün salan Uğur Güçlü, dört aydan beri yaptığı judo çalışmalarının semeresini gördü ve geçenlerde Türkiye şampiyonu, Avrupa altıncısı, «siyah kuşak» sahibi judocu Hakkı Koşar'ın elinden «sarı kuşak» aldı.. Rejisör ve prodüktörlerin çoğunluğu tarafından «geleceğin en iyi avantür tipi» olarak gösterilen Uğur Güçlü, oynayacağı filimlerin kavga sahnelerinde başarı sağlamak amacıyla bundan dört ay kadar önce judo ve karate çalışmalarına başlamıştı. Öğretmeni Hakkı Koşar, genç jöndeki Judo ve karate kabiliyetini görünce, «Uğur,» dedi. «Sen eğer judo ve karateyi yalnız filimlerde tatbik etmek için öğrenmez de, aynı zamanda zevkli bir spor olarak kabul edersan, inan bana, geleceğin Türkiye şampiyonlarından olursun.» Bu konuşma Uğur Güçlü'yü bir hayli etkilemiş olacak ki, yakışıklı jön, hemen kolları sıvadı, filim çalışmalarından arta kalan zamanlarını Cihangir’deki judo salonunda geçirmeye başladı. İlk günler herkesin kaldırıp k

Shirley Mac Laine'in Yıldızı Söndü

Üç yıl öncesine kadar Hollywood semalarında yıldızı parlayan Shiriey Mac Laine'nin adı «Sierra Torride» adlı filimden sonra pek duyulmaz olmuştu... Onu sevenler, «Sokak Kızı irma» nın unutulmaz yıldızının nerede olduğunu, sinemayı temelli olarak bırakıp bırakmadığını merak ediyorlardı. Bu arada onun Hong Kong’daki eşi Steve Parker'in yanına gittiğini, mutlu bir aile hayatı yaşadığını söyleyenler de çıkıyordu. Nihayet geçenlerde Shiriey Mac Laine muamması çözüldü. Ünlü yıldız sinemadan ayrılmış, ama sinema onu değil, o sinemayı bırakmıştı... Ve bir dünya seyahatine çıkmıştı. Ama gezip eğlenmek, ya da dinlenmek için değil... O da birçok meslektaşı gibi televizyona geçmişti ve televizyon için 24 bölümlük, bir yıl sürecek bir seri program hazırlamakla meşguldü. «Shirley'in Dünyası» adını taşıyan bu programda ünlü yıldız bir röportör olarak dünyayı dolaşıyor, gördüğü ilgi çekici yerleri, olayları bir kadın gözüyle seyircilere sunuyordu. Shiriey, «Başlangıçta televizyona

Türkan Şoray Kendini Hazırlıyor

NİJAT ÖZÖN «Türk Sinema Kronolojisi» isimli kitabında, sinemanın Türkiye'ye girişini şöyle anlatır: «1895-96 (1895 ekim - 1896 şubat arası) İstanbul'un ünlü fotoğrafçılarından VAFİA- DİS, Lumiere Kardeşler'den «Cinema- tographe» konusunda bilgi istedi...» Yıl 1970... Köprülerin altından çok, ama çok sular akmış, sularla beraber akan yıllar bir Türk sinema tarihini meydana getirmiştir. Türk sinema tarihinde köy filimlerinin çok önemli bir yeri vardır. Hızı kilometrenin çeşitli rakamlarında dura dura günümüze kadar devam eden bu türün «Susuz Yaz», «Yılanların Öcü» gibi her karesine emek verilmiş, ter dökülmüş örnekleri sayesinde, Türkiye'nin dört bir köşesinde, kentte, köyde yaşayanlar yedinci sanatı biraz daha sevmişler, sinemayı meslek edinmiş bir çok artist de bu tür filimlerle yıldızlık tahtına kurulmuşlar veya tahta giden yolda emin adımlarla yürümeye başlamışlardır. Örnek mi istiyorsunuz? Öyle çok ki... İşte «Fabrika Kızı» filmiyle köylü dilberi tipleri ara

Tamer Yiğit Film Yapımcılarını Kızdırdı

Okuyucularımız hatırlayacaklardır. Geçenlerde yayınladığımız bir röportajda başrolünü Tamer Yiğit'in oynadığı bir tarihî filimden bahsetmiştik. Filmin adı «Akbulut, Karaoğlan ve Malkoçoğlu'na Karşı» idi ve yerli Sinemada Kartal Tibet'in meşhur ettiği Karaoğlan tipi ile Cüneyt Arkın'ın meşhur ettiği Malkoçoğlu tipi bu filimde iki genç oyuncu tarafından hicvediliyordu. Sık sık karşı karşıya gelen bu üç «tarihî kahramandan» Tamer Yiğit'in canlandırdığı Akbulut, her defasında Karaoğlan ve Malkoçoğlu'nu güç durumlarda bırakıyordu. Filmin çekimine başlanmasıyle birlikte hemen Yeşilçam'da «dava, mahkeme» sözleri duyulmaya başladı. Sonra da Karaoğlan ve Malkoçoğlu'nun yapımcıları «Akbulut» un prodüktörlerini mahkemeye verecekleri söylentisi iyiden iyiye yayıldı. Acaba «Akbulut» dava edilecek miydi? İlk olarak ziyaret ettiğimiz «Malkoçoğlu» filimlerinin Prodüktörü Naci Duru, «Dava açacak mısınız?» sorusuna şöyle cevap verdi. - «Değmez...» Olayın bir

Öztürk Serengil'in Evindeki Silahlar

Bugüne kadar biz de dahil çok kişi, çok ev için «Saray Yavrusu» deyimini kullanmıştır, ama bu deyim, Öztürk Serengil’in Şişli'de alıp döşediği evi kadar başka bir eve yakışır mı, bilemeyiz. Gerçekten muhteşem, saray yavrusu gibi bir evi var Öztürk Serengil'in... Yerdeki halılar Isparta'da özel olarak dokunmuş. Normalden çok büyük «L» şeklindeki salonun kısa olan kısmı, uzun olan kısmiyle eski Roma saraylarında olduğu gibi kemerle ayrılmış. Sinemada yıllarca çile çektikten sonra, büyük şöhrete kavuşan, fakat tırmandığı merdivenleri aynı hızla inip bir anda «sıfır» olan Öztürk Serengil «şovmen» olarak yeniden doğduktan sonra, önce bütün borçlarını ödedi; varını yoğunu evine harcadı ve sonunda gerçekten «muhteşem» bir ev sahibi oldu. Bu evin bir odası da Öztürk Serengil’in çalışma odası. Bir köşede büyük, geniş bir masa var. Masanın üzeri profesyonel teyp, pikap, amfilikatör gibi çeşitli müzik araçları ile dolu. Diğer yanda bir amerikan bar. Ama bize kalırsa bu odanın e

Tuncel Kurtiz'in Yeni Kararı

1936'da doğan Tuncel Kurtiz, kamera karşısına çıkmak için tam 28 sene beklemiş ve nihayet 1964'te emeline nail olmuş. «Şeytanın Uşakları» ilk filmi... Sema Özcan da ilk defa o filimle sinemaya geçmiş. - «O günden bu yana 3 yıl geçti» diyor Tuncel Kurtiz. «Önceleri tiyatroyla sinemayı bir arada yürütmeye çalıştım. Sonra, her halde daha yeni olduğum için sinema cazip geldi, tiyatroyu bıraktım. Ama sinemanın durumu malum... İlk heyecanım geçtikten sonra anladım ki karakter oyuncusu olarak sinemada kalmak imkansız... Şu bakımdan imkansız: Ya size teklif edilen her rolü kabul edeceksiniz, ya da ek bir işiniz olacak. Serde tiyatroculuk da var. Ben de kararımı verdim. Bundan sonra kışın 1, yazın da en çok 4 filimde oynayacağım.» Tuncel Kurtiz bu kararı vermiş işte. 'Kışın tiyatro, yazın sinema' diyor. - «Peki, bir tiyatroyla anlaştınız mı?» - «Sahi, bakın onu düşünmedim. Daha hiç bir tiyatro ile konuşmadım. Ben oturmuş kendi kendime gelin-güvey olmuşum. Ya bir tiy