Yolda «Babalar ve
Oğullar», «Oğlum Oğlum» gibi kitap isimleri aklına geliyordu.
Bir zamanlar böyle romanlar okumuştu. Çok güzel kitaplardı. Hala
hafızasındaydı. Arabanın direksiyonunu kullanırken yanındaki
karısına baktı. O da dalgındı. Muhakkak oğlunu düşünüyordu.
Ne tuhaf şey! İkisinin de müşterek bir varlıkları vardı bu
dünyada: Canlı, sihirli, cazibeli, kutsal bir varlık. Gittikçe
irileşen, büyüyeli, hacim ve ağırlık kazanan bir yaratık...
Zaten «yaratık» denen şey durmadan büyür, durmadan kuvvetlenir
ve nihayet durmadan ölüme yaklaşırdı. Aklına ölüm gelince
canı sıkıldı. Bu kadar genç bir insan, bir çocuk bile bir gün
gelip ölecekti. «Ya analac, babalar?» dedi, kerdi kendine. Bir
sigara yaktı. Şimdi hayatı düşünecek yaştaydılar. Baba 42,
oğlu 13 yaşındaydı. Erzurum'un «Kızıiimaret» köyünde
doğmuş, İstanbul'da Sultanahmet Sanat Enstitüsü'nde okumuş,
sonra SES Tiyatrosuna «dansör» olarak girmişti. Oğlu ilkokulu
bitirmiş, bir Fransız okuluna yazılmıştı. «Oğullar»
babalardan daha iyi okuyordu. Biraz sonra Fransız öğretmenleriyle
çatır çatır Fransızca konuşacak, babası da onunla iftihar
edecekti. Okulun yıllık ücreti epey yüklüydü, ama bir yabancı
dil öğrenmek kolay mıydı? Oğlunu Avrupalara yollayacak, «büyük
adam» olması için elinden gelen masrafı yapacaktı. Karaköy'den
pasta, çörek, çikolata aldı. Kabataş'tan Üsküdar'a geçti.
Kartal araba vapuru iskelesinde kuyruğun uzadığını görünce
İzmit Körfezi'ni arabayla dolaşmaya karar verdi. Oğlu Harun,
Çınarcık'ta, arkadaşlarıyle kamp yapıyordu. Eşrefin babasının
ismi de Harun'du. Babalar ölüyor, isimleri torunlara kalıyordu.
Bir kızı olsa ona da «Hateme» adını verecekti. Zira, annesinin
adı buydu.
Çınarcık'ta oğlu
Harun'u bulamadı. 10 kilometre ilerdeki «Karpuzköy»e
öğretmenleriyle gitmişti. Gaza bastı, biraz sonra deniz kenarında
çocukları gördü. Çığlıklar atarak denizde yüzüyorlardı.
Başlarında öğretmenleri vardı. Denize uzanan iskelenin üzerine
çıktı. «Haruuuun! Haruuuun!» diye seslendi. Biraz sonra denizden
bir baş uzandı: «Babacığım!» diye bağırdı. Oğlu iskelenin
merdivenlerine tırmandı. Ana ve baba koştular. İskele üzerinde
kucaklaştılar. Deniz suları üzerinden süzülen Harun’a
Kolçaklar 10 gündür hasret kalmışlardı. «Ya askere giderse ne
olacak halimiz?» dediler. Eşi Özcan Kolçak, Eşref Kolçak'a
baktı, «Hele o günler gelsin de...» diye mırıldandı.
Akşama kadar Harun'la
gezdiler. Fransız öğretmenleriyle tanıştılar. Karpuz tarlasında
koştular. Birdirbir oynadılar, halat çekme yarışı yaptılar.
Yüksek atlama, sürat koşusu ve nihayet güreş ve bilek yatırma.
On gün içinde kuvveti artmış, büyümüştü sanki!
Dönüş saati gelince
hepsine bir hüzündür çöktü. «Daha 20 gün onu göremeyeceğiz,»
diyorlardı. Harun arkalarından seslendi: «Anne, baba! Sakin
üzülmeyin, yakında yine aranızdayım!»
Otomobilin arkasında
sallanan ufak bir el kalmıştı. Yanında da gözleri yaşlı bir
anne ve bir baba...(diğer haberler için aşağıdaki linke
tıklayın)
Yorumlar
Yorum Gönder