Ana içeriğe atla

Harriet Andersson'ın Başarısı

SAÇLARI koyu kumral, teni mat, gözleri ela... Dış görünüşü bildiğimiz klasik kuzeyli tip tarifine hiç uymuyor. Üstelik, genç kadında Akdeniz ülkelerinin insanlarına has bir cana yakınlık var. Gözlerinin içi daima gülüyor. Yeni tanıştığı kimselerle kısa zamanda samimi oluveriyor. Son Venedik Film Festivalinde en başarılı kadın artist armağanını alan İsveçli yıldız Harriet Anderson, festival süresince, ona başarı kazandıran «Aimer» (Sevmek) isimli filmin rejisörü John Donner ile pek samimi oluşuyle de dikkati çekti. İsveçli genç yıldız, ateşli aşk sahneleriyle dolu olan filmin etkisinden henüz kurtulamamışa benziyordu. Yanından hiç ayrılmıyan John Donner de durumundan hiç şikayetçi değildi... Festival sırasında verilen balolarda birbirlerine adamakıllı sarılıp dans ettiler. Hatta bir ara onları gören bir gazeteci, «John Donner, filmine 'Sevmek' yerine 'Sarılmak' ismini verseydi daha iyi olurdu,» diyerek onlara takıldı.
Aslında Harriet Anderson'a İsveçli demek de pek doğru olmayacak. 1933 yılında, Finlandiya'da doğmuş, birkaç yıl sonra da ailesiyle beraber İsveç'e yerleşmişler. Stockholm'de tiyatro akademisini bitirdikten sonra filmlerde figüranlık yapmaya başlamış. İlk filmlerini İsveç'in tanınmış yöneticilerinden Kjellgren, Ekman ve Molander'in idaresinde çeviren genç yıldız Ingmar Bergman ile tanıştıktan sonra şansının adamakıllı açıldığını belirtiyor. Harriett Anderson başrol oynadığı ilk filmi, «Un Leçon d'Amour» (Bir Aşk Dersi) ni de Ingmar Bergman ile çevirmişti. Bu filmi, ertesi yıl «Râves des Femmes» (Kadınların Rüyaları) takibetti. Ingmar Bergman, Harriett Anderson'un yakın bir gelecekte Greta Garbo, Ingmar Bergman gib İsveçli dev yıldızları geride bırakacağını söylediği zaman, birçokları ünlü yöneticinin bu sözlerine gülmekten kendilerini alamamışlardı. Fakat genç yıldız, çevirdiği filmlerin hepsinde başarılı bir kompozisyon yaratmasını bildi. Hele Festivalde ona birincilik kazandıran filmde, bütün yük onun omuzlarında olduğu halde, rolünde büyük başarı sağladı. Yaşamanın sevmek demek olduğuna inanan bir genç dul rolünü tamamen benimsemişti. Filmin kahramanı, 10 yıllık bir evlilik hayatından sonra eşini kaybeden bir genç kadındır. Hayatının bundan sonraki kısmını hatıralarıyle avunarak mı geçirmesi gerektiğini, yoksa kendisine yeni bir hayat kurmasının mı doğru olacağını bir türlü kestiremez. Fakat zamanla aşksız yaşamanın manasızlığına inanır ve kendine bir sevgili bulur... Harriet Anderson, filmde canlandırdığı tipin düşüncelerini kendisi de benimsemiş olacak ki, «lnsanlar, sevmek ve sevilmek için dünyaya gelirler,» diyor.
Avrupanın tanınmış filmcileri Harriet Andersonu filmlerinde oynatmanın çarelerini ararlarken Ingmar Bergman da yıldız hakkındaki tahminlerinde yanılmış olduğu için hayatından pek memnun.

ARMAĞANIYLA — Harriet Anderson, Venedik Film Festivalinde en iyi yıldız armağanını aldı. Fotoğrafta, yıldız, armağanı ve festivalin «En İyi Erkek Oyuncu»su Tomy Courtenay.


GÜÇ BİR ROL — Harriet Anderson, «Aimer» (Sevmek) isimli filmin bütün yükünü omuzlarında taşımıştı...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...