Ana içeriğe atla

Barış Manço'nun Müzikle Dolu 10 Yılı

Hatıralar kubbede kalan bir hoş seda misali geçip giderler. Geçerler ama nasıl geçerler... Acı, tatlı, hüzünlü, sevinçli, gençlik heyecanları, başarılar ve başarısızlıklar olarak anılar dağarcığına girerler. Sonra insanlar oturur, bu geçmişin hikayesini birbirlerine anlatır. İşte biz de sizlere böyle bir hikaye anlatacağız bu hafta...
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
1960 yılının en sıcak yaz ayları. Caddebostan'ın en «civcivli» zamanı. Bir gecede alel acele yapılmış, kenarlan hasırlarla çevrili gece kulüplerinden, günün popüler melodileri taşıyor. Ve o günlerde moda olan amatör yarışmalarından biri daha Caddebostan Gazinosu'nda yapılıyor.
Şans 17 yaşında, Galatasaray Lisesi'nde okuyan, kilosu 70'in hayli üstünde, saçları biryantinli, Ricky Nelson'la Elvis Presley arası kesilmiş bir gence ve grubuna gülüyor. «Barış Manço ve Harmonileri». O gün Barış Manço’nun sahnede doğduğu gündür. Artık Barış Manço adı okul konserlerinde başta yazılıyor, öğrenciler harçlıklarından arttırdıkları 5 liraları seve seve Barış Manço’nun konserlerine yatırıyor. Hele Küçük Çiftlik Parkı’ndaki konserde «En İyi Popüler Müzik Bestecisi» ödülünü aldıktan sonra, Barış Manço amatörlükle profesyonellik arasındaki köprüyü bir adımda geçmiştir artık...
Sonra yıllar yılları kovalıyor. 1963 yılında genç Barış Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş ve istikbal endişesi önüne bir dağ gibi dikilmiştir. Bir gün duyuyoruz ki genç şarkıcı kendisini yeni bir hayatın eşiğine götürecek olan kamyona kurulmuş, Fransa'nın yolunu tutmuş. Artık Barış için sıkıntılarla, üzüntülerle, problemlerle dolu, aşılması zor günler başlamıştır. Gelin bu günlerin hikayesini Barış'ın kendisinden dinliyelim:
- «Fransa'ya salyangoz dolu bir kamyonun tepesinde krallar gibi girdim! O devasa şişman Barış’ın 3 ayda 10 kilo verdiğini söylersem, sanırım çektiğim sıkıntıları anlarsınız. Bin türlü işe girdim. Paris ve Brüksel’de garsonluk, otomobil yıkayıcılığt, duvar boyacılığı yaptım. Bu arada plak şirketleriyle olan temasındı kaybetmedim tabiî. Derken ilk plağım «Baby Sitter» piyasaya çıktı. Dünyalar benimdi. Nihayet şeytanın bacağını kırmıştım. Kırmıştım ne kelime kökünden koparmıştım!.. Bütün şarkıcıların rüyalarını süsleyen Olimpia başarılarımın ilk basamağı oldu.»
Barış Manço daha sonra Fransa ve Belçika’da çeşitli konserlere çıkar, festivallere katılır. Ve bir gün...
BARIŞ'IN DÖNÜŞÜ
Bir gün SES Mecmuası'na bir haber gelir, «Barış Manço yurda dönüyor,» diye. Kendisini karşılayanlar arasında biz de varız. Hayret ki, ne hayret!.. Ortadan ayrıldığı, ensesini bir hayli geçen saçlarıyle, orta halli bir hipiyi kıskandıracak kıyafetiyle ve 60'ı geçmeyen kilosuyla dal gibi bir Barış Manço el sallamaktadır bize... Arkasında topluluğu vardır: «Les Mistigris». Fransa'da kurduğu bu toplulukla Barış, Türkiye'de büyük sükse yapacaktır. Bir yıl sonra aynı gurubla doldurduğu «Seher Vakti» ve «Kol Düğmeleri» isimli şarkılar hayranlarının dudaklarından uzun süre düşmeyecektir.
1968 yazında Barış kapı komşu yaptığı Fransa'dan bu sefer yalnız döner.. Ve «Harmoniler» den sonra ikinci defa bir Türk topluluğu ile. «Kaygısızlar» Ia birleşir.. Konserler, konserleri, plaklar plakları izler ve Barış adı Türkiye'nin dört bir köşesine yayılır..
Barış Manço, gençliği çıldırtan, yeri yerinden oynatan, hızlı, kimi zaman Rock’n Roll, kimi zaman undergraund müziğin adamı olan Barış Manço, 1969- 70 yılları arasında önemli bir mesafe alır.. Artık kendisini folka adamıştır. Ve garip bir tecelli; yukarıda söylediğimiz gibi hızlı parçaların adamı olan Barış Manço, buram buram alaturka kokan bir şarkı olan «Ağlama Değmez Hayat» la sanat hayatında ilk defa bir «Altın Plak» kazanır. Bu plağın üstünde geçmiş on yılın, tecrübenin ve sabrın imzası vardır...

Anlattığımız hikaye 1943 doğumlu, ses sanatçısı Rikkat Uyanık'ın oğlu Barış Manço'nun hikayesidir. Barış Manço 10 yıl önce hafif batı müziği ordumuza katıldığı şu günlerde yine İstanbul'da Sanat hayatının 10. yılını, «Dağlar Dağlar» adını taşıyan 10. plağı ve Fransa'da Pathe-Marconi şirketi ile yaptığı yedi yıllık anlaşmayla, Kadıköy'ünde, sahneye ilk çıktığı Caddebostan'da kutluyor...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....