Ana içeriğe atla

Cüneyt Arkın'ın Sinemadaki İlk Günleri

CÜNEYT ARKIN... Türk sinemasının en gözde oyuncularından. Adı gazete manşetlerinin vaz geçilmez sermayesi, bir zamanların Tıp Fakültesi öğrencisi, bugünün pratisyen doktoru Fahrettin Cüreklibatur...
Cüneyt Arkın bugün Yeşilçam’ın milyoner kişileri arasında. Üçüncü Levent'te 500 bin lira değerinde bir villası, 200 bin lira değerinde Mercedes marka otomobili, çeşitli yerlerde arsaları ve bankalarda yüz binleri var. 1963 yılının meteliksiz Fahrettin Cüreklibatur'una Tanrı, «Yürü ya kulum!» demiş ve 1971 yılının milyoner Cüneyt Arkın'ı çıkmış ortaya...
Fakat... Eski günler, sinemadaki ilk günler unutulur mu hiç? Geçmişinin ağırlığından kim kaçabilir, kim hafızasından silip atabilir o günleri... İşte Cüneyt Arkın ile Bostancı'daki filim setinde, spotların gözleri kör edici ışıkları altında o günleri konuşuyoruz. Eski günleri, yeni günleri... Cüneyt Arkın'ın gözleri dalıyor, buğulanıyor eski günlerden bahsedilince...
«İLK DARBEYİ BABAMDAN, ARKADAŞLARIMDAN YEDİM»
- «1963 yılında çıkmakta olan Artist Mecmuasının sinema artisti yarışmasında birinciliği kazanıp da sinema artistliğine ilk adımı atınca, ilk olarak babamdan aldım lanetleyici mektupları. Arkasından arkadaşlarımın bitmeyen, tükenmeyen kırıcı latifeleri geldi: 'Yahu Fahrettin başka işin yok muydu da artist oldun. Senden de artist olur mu?’ diyerek beni her fırsatta iğnelerler, kahrederlerdi...
«Fakat azimliydim. Hırslıydım. Mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Yapacaktım. Ne pahasına olursa olsun.
«İlk filmim 'Gurbet Kuşları’ nda oynadıktan sonra elime geçen 500 lira ile ancak üç ay idare edebildim. Sonra gene açlık günleri başladı. Ayakkabılarımın altı delikti. Subay kaputumun apoletlerini sökmüş, kendime palto yapmıştım. Özel otomobil gerçekleşmesi güç bir rüya, taksiye binmek hayal, dolmuşa binmek ise lükstü benim için... En ideali otobüse binmek, ondan da ideali yaya yürümekti... İçki içmeyi o günlerde de seviyordum. Ama cüzdanım en ucuz şaraptan ötesine müsaade etmiyordu...
«Benim ruh yapımı, ruh halimi bilen karım (Güler Mocan) acı çekiyordu ama, bana bir şey hissettirmemeye çalışıyordu. Kayınpederimin evinde kalıyordum. Kasden yemek saatlerinden sonra eve dönüyordum ki, onlara daha fazla yük olmayayım diye. Bugün düşünüyorum da, bütün bunların gülünç olduğunu görüyorum ve kendi kendime öyle hareket ettiğim için küfürler yağdırıyorum...
«Yeşilçam'da belki iş verirler diye yazıhane yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz Sarıkaya'ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Odasında olduğu halde bana kendisini 'yok' dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde iki buçuk lira olduğu halde, Taksim’den Karaköy'e kadar yürüdüm, vapura bindim. Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü... Kadıköy’den Suadiye'deki kayınpeder evine yürüye yürüye gittim...»
Cüneyt Arkın sözlerinin burasında derin, ama çok derin bir soluk alıp veriyor. O günleri anlatmak bile yoruyor Cüneyt Arkın'ı. Kim bilir hayat kavgası ne kadar yıprattı, eritti onu... Beş dakikalık bir düşünme molasından sonra Cüneyt tekrar eski günlere dönüyor. Ah o eski, ilk günler...
«İLK DEFA BİNİCİLİK DERSLERİNİ MEDRANO SİRKİ'NDE ALDIM...»
- «İkinci filmim 'Ayşecik Cimcime Hanım'a hem büyük ümitlerle, hem de büyük ümitsizliklerle başladım. Ümitliydim, zira, caddeden geçerken bana bakanların yüzlerinde hayranlık belirtiler seziyordum. Ümitsizdim, Hamdi Değirmencioğlu’ndan 1.000 lira borç almış, kendime bir takım elbise ile bir çift ayakkabı yaptırmıştım. Bu borcu nasıl ödeyecektim... Hayatım böyle borç- harç içinde mi geçecekti?...
«Artık içimde çılgınca bir kin vardı. Aylarca uyuyamadım. Medrano Sirki'nde Rus kazaklarının atlarına baktım, karşılığında binicilik dersleri aldım. Düştüm, kalktım, küfür yedim, tahkir edildim. Gece saat 24.00’den sonra Pablo Hugo'nun sipagettisini, şarabını taşıdım. Perende atmasını öğrendim cambazlardan. Ter kokulu havlularını kurutup peşlerinde koştum. Sirkte bulunanların çoğu benim artist namzedi olduğumu öğrenmişlerdi. Bakışlarından bana acıdıkları için de bir şeyler öğretmek istediklerini hissediyordum. Bir gece program bittikten sonra şimdi ismini pek hatırlayamadığım, fakat çok sevdiğim akrobatlardan biri yanıma geldi, 'Gel seninle biraz çalışalım,' dedi. 'Sana ufak bir numara göstereceğim ve bütün filimcilik hayatında bu numaranın büyük faydasını göreceksin.' Onunla tam iki saat çalıştık. Ertesi gece gene, daha ertesi gece gene derken, kendimde bir fevkaladelik hissetmeye başladım. Yavaş yavaş bir şeyler oluyordum. Ümitlendim. Neşelendim. Sevindim. O gece eve yayan dönerken gene bir ümitsizlik çöktü içime. Parasızlığın, yalnızlığın verdiği bir ümitsizlikti bu. Karım sabaha karşı beni karşısında görünce ağladı, 'Bir kadından geliyorsun' dedi. 'Bu saatte ve sarhoş!' Karşımdaki aynada sapsarı, müdafaasız bir yüz görüyordum o anda. Fahrettin Cüreklibatur'un yüzünü. Konuşmak istemiyordum. Başım ağrıyordu. İçimde bir taş yığını vardı sanki. Sinirimden ben de ağlamaya başladım.
«Hele bugünlerden birinde Memduh Ün'ün de 'Bundan hiç bir şey olmaz' sözleri kulağıma gelince, daha da yıkıldım ve ilk defa babama, benimle açıktan açığa alay eden arkadaşlarıma hak verdim. Evet en iyi yol mesleğime dönmekti!...
«Yeşilçam'dan kaçmaya, 'Elveda sinema' demeye hazırlanırken Ülkü Erakalın çıktı karşıma. Bana "Gözleri Ömre Bedel' filminde şans tanıdı. Adım bir anda bütün Türkiye’ye yayıldı ve şöhretin kapıları önümde ardına kadar açıldı. O zaman dram bitti sandım. Oysa, ne bileyim, yeni başlıyormuş. Eskiden normal olan her şey suçtu artık benim için. Sinemada şöhrete ulaşmakla her şeyin düzeleceğini sanmıştım. Ne kadar yanılmışım. Meğer o parasız olduğum, aç aç dolaştığım günlerden bin defa daha mutsuz ve yalnız olacakmışım da haberim yokmuş. Nereden bilebilirdim ki?...
«Bugün bambaşka bir Cüneyt Arkın’ını. Milyonlarca hayranım var. Herkes peşimde, herkesin gözleri üzerimde. Zenginim. Ama gene sinemadaki ilk günlerimdeki gibi yalnız ve mutsuzum. Tedirginim. Ürkeğim. Korkağım.»

Bostancı'daki setten ayrılırken Cüneyt Arkın gene spotların (Bak: Haftanın Ansiklopedisi) ışığı altında kameranın karşısına geçmiş, tıpkı altı yıl evvel, «Gözleri Ömre Bedel» filminde olduğu gibi Türkan Şoray'la rol icabı sevişiyor. Ama bugün o günkü gibi meçhul bir jön değil. Türkan Şoray kadar şöhretli...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Emel Sayın Ayrılığa Dayanamıyor

Yüksek bir kuleden çevreyi gözlüyorum. Birden kulenin dibinde Selçuk beliriveriyor. Saçlarım öyle uzun ki, aşağıya kadar uzatabiliyorum... Tıpkı, masallarda olduğu gibi, saçlarıma tutunarak tırmanmaya başlıyor. Sonra boşluktan bir el uzanıyor ve saçlarımı tam ortadan kesiveriyor.. Selçuk düşüyor...» Emel Sayın , sık sık buna benzer düşler görüyor ve çığlıklarla uyanıyor... Günler, haftalar, aylar, hatta yıllar, öylesine çabuk gelir geçer ki, çoğu kez hızla geçen bu zaman içinde, kimi zaman aynaların, kimi zaman da takvim yapraklarının karşısında şaşırır kalırız. Ne var ki, zaman, herkes için çabuk geçmez. Hele hele yolları gözlenen bir sevgilinin dönüşü beklenirken, hiç geçmez... İşte, Emel Sayın için de zaman bir türlü geçmiyor. Ünlü sanatçı, zaman içinde zaman yaşıyor. Kimbilir, vatani görevini Konya’da yapmakta olan Selçuk Aslan için de durum aynıdır. Belki de «İbibikler öter ötmez ordayım, vatan borcu biter bitmez ordayım» türküsü dilinde, talim alanlarında koşarken, hep...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...