Ana içeriğe atla

Filiz Akın Gözünü Kaybediyordu

Filiz Akın'ın bu yaşa kadar, gözlerinden en küçük bir şikayeti olmamış. Bu yaz Kanlıca'da sabahlan her iki gözünde de bir takım karıncalanmalar, kaşıntılar başlamış ama, gözlerini şöyle bir oğuşturdu mu geçermiş. Aradan bir süre sonra kaşıntılar, karıncalanmalar çoğalmış. Tam kendi kendine «Acaba gözlerimde mühim bir şey mi var? Doktora gitsem mi?» diye düşünürken filim şirketlerinden birbiri üzerine İş davetiyeleri gelmeye başlamış... Gelin bundan sonrasını Filiz Akın'dan dinleyelim!
- «Yerli sinemanın nasıl çalıştığı malum... Pilim çevirmeye başladıktan sonra insanın değil doktora gitmeye, başını kaşımaya bile vakti olmaz... Benimse ard arda yapılmış 3 filimlik anlaşmam var... Bir süre böyle geçti... Sabah karanlığında yazlıktan sete, gece karanlığında setten yazlığa... Sonra taşındık. Kanlıca'dan Topağacı'na geldik. O taşınma telaşı içinde gözümü falan unuttum. Zaten karıncalanmalar da gitgide hafiflemişti. Amaaan. Neyse ne! Kendi kendine geçip gidiyor işte... diye düşünürken bir sabah uyandığım zaman kendimi kara bir dünyanın içinde buldum. El yordamıyle kalkıp aynanın karşısına gittim. Meğer o sırada Türker de uyanmış, beni seyredermiş. Bu korkunç karanlık bir süre devam etti, sonra yavaş yavaş cağı idi. Hemen aynaya baktım. Bir de re göreyim? Sağ gözüm şarıl şarıl akıyor. Ben aynaya bakarken Türker yanıma gelmişti. O da telaşlandı ve beni kolumdan tuttuğu gibi, göz doktorunun muayenehanesine götürdü.
Gittiğimiz doktor da her saati ve her dakikası dolu bir profesör... Neyse, araya tanıdıkları koyduk, ricalar ettik de muayeneye razı edebildik. Türker içerde doktorla konuşurken ben de lebalep dolu bekleme salonunda oturuyordum. Gerçi 'insanın neresi acırsa cam oradadır' derler ama, göz başka. Hiç bir şeye benzemiyor. Biraz sonra bir koluma Türker, bir koluma da hastabakıcı, doktorun karşısına çıktım. Türker'le biraz havadan, sudan konuştuk. Bu konuşmalar, aslında benim heyecanımın geçmesi içinmiş, ama ne gezer? Ben, heyecanın ne demek olduğunu doktor gözlerimi muayene ederken anladım. Doktor gözlerime ışık tuttu, göz kapaklarımı kaldırıp aynasıyla baktı. En sonunda da 'neticeyi' bildirdi: 'Merak edilecek hiç bir şeyiniz yok Filiz Hanım. Basit bir kist vakası... Yalnız kistler umumiyetle tek gözde olur. Sizinkiler ise çift taraflı... Sağ gc.rün üst kapağında iki, sol gözün üst kapağında da bir kist var. Basit bir operasyonla alıp sizi rahata kavuşturacağız.'
«İçime birden su serpildi, dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum. Biliyorsunuz, bundan önce iki defa burun ameliyatı geçirmiştim. Yani halk deyimiyle "bıçak altına yatmak' benim için yeni bir şey değil... Üstelik, gözümde önemli bir rahatsızlığın olmayışına ve hele ameliyattan doktorun 'basit bir operasyon' diye söz edişine sevindim.»
Filiz Akın'ın ameliyatı Topağacı'ndaki evinde «özel» olarak yapıldı. Hastanelerin, gürültülü ve kalabalık atmosferinden çekinen güzel yıldız böyle istemişti. Doktor ve asistanı lüzumlu aletlerle eve geldiler. Kaynayan sular, alkoller, eldivenler... Evin, içini, hastanelere mahsus «lizol» kokuları sardı. Eşi Türker İnanoğlu, fazla heyecanlandığı için evde kalmadı, filim şirketine gitti. Ama her dakika telefon başındaydı. Filiz'in başında akrabası kadınlar vardı. Önce sol göz kapağındaki, sonra sağ göz kapağındaki kistler alındı. Göz ameliyatı, diğer operasyonlar gibi gayet ince bir ameliyattı. Üstelik, gözde yara izi kalmaması gerekiyordu. Ameliyat edilen hasta herhangi bir meçhul kimse değil, meşhur bir sinema yıldızıydı. Güzellik her kadın için önemliydi, ama Filiz için daha başka bir mana taşıyordu.
- «Geçmiş olsun Filiz Hanım» diyen doktoru duyduğu zaman gözleri sargılarla kapalıydı. Doktor bu bantların iki gün kalacağını ve Filiz Akın'ın sadece dünyayı iki gün göremeyeceğini söylemişti. İlk işi eşine telefon etmek oldu; sonra bize döndü:

- «Çok iyiyim. Acı çekmiyorum. Sadece kapkaranlık bir dünyadayım. SES okurlarına korkularımın geçtiğini yazarsanız, memnun olurum»...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...