Ana içeriğe atla

Johnny Hallyday Sinema Yıldızlığını Benimsedi

Spot lambaları yanıp sönüyor, set işçileri, figüranlar sağa sola koşuşuyorlardı. Herkese direktifler veren, kimi zaman yumuşak sesle konuşan, kimi zaman sert emirler yağdıran rejisör ise vazifesi sanki çevresindekileri telâşa vermekmiş gibi, ortalığı karıştırmak için ne mümkünse yapıyordu.
Bu asabi ve heyecanlı kalabalık ortasında tek bir sakin kişi vardı: Johnny Hailyday... Ünlü şarkıcı, parlak satenden garip kıyafeti, genç bir Romalı senatörü andıran bukleli platine saçları ile setin havasına kendini kaptırmamaya çalışıyor, rejisörün bağırmalarına aldırmıyor ve sabırla rol sırasının gelmesini bekliyordu.
Vakit öğleye yaklaşmıştı. Dakikada 1 000 lira civarında para kazanan Johnny, sabahın dokuzundan beri son filminin basit bir sahnesini çevirmek için orada bulunuyordu. Arada bir rejisöre: «Şu filminde bana da bir rol versene» diye takılıyor, onun homurtulu cevabını kahkahalarla karşılıyordu.
Oysa bu filmin anlaşmaları yapıldığı zaman herkes rejisöre acımıştı:
- «Bu şımarık adama da iş verilir mi? Sete daima geç gelir. Sonra hata karşısmdakininmiş gibi sinirlenir, kavga çıkarır. Etrafında dilediğini yaptırabildiği dalkavuk fedaileri de olduğu için her çatışmada üstünlük sağlamayı bilir» demişlerdi.
Oysa Johnny'nin şu tutumu, onun hakkında çizilen tablo ile tam bir tezat teşkil ediyordu.
«Les Poneyttes» adlı son filminde bir asi gençler grubunun liderini canlandıran Johnny Hallyday'li ekip, günlerdir Mlun isimli küçük bir kasabada çalışıyor. Paris Emniyet Müdürlüğü, halkın, çalışma sahasına girmesini önleyemeyeceğini ileri sürerek onlara Paris içinde filim çevirme izni vermemiş. Buna rağmen her gön set adam almıyor. Ve çoğunluk filim çalışmaları seyretmek için değil de Johnny'den imza almak için buraya koşuyor. Eğer çevrilecek sahne için Johnny kameranın karşısına çağrılacak olursa, vay haline. Bağrışanlar, küfür edenler... Bekleyecek vakitleri olmadığı için, hemen imza vermediği takdirde seti birbirine katma tehdidinde bulunanlar...
Bu öfkeli kalabalığa karşı Johnny'nin yaptığı sadece onlara bol bol tebessüm dağıtmak oluyor. Ağzından ne bir söz çıkıyor, ne de bir öfke belirtisinde bulunuyor. Oysa aynı Johnny bir yıl önce kendisini kızdıran böyle bir kalabalığın üzerine arabasını son hızla sürmüş, bir başka sefer de ısrarla imza isteyen bir hayranını kıyasıya yumruklamıştı...
Gazeteciler ise ona daha çok eşi Sylvie ile ilgili sorular soruyorlar. Johnny hepsine sabırla cevap veriyor.
- «Biliyorsunuz karım sori zamanlarda çok yorulmuştu. Sinirleri bozuldu. Doktorlar onun bir uyku küründen geçmesini şart koştular. Tedaviden sonra iyileşti. Tekrar mutlu günlerimize döndük,» diyor.
Karısından daima takdirle bahseden Johnny, Sylvie'nin kendisinden daha fazla sorumluluk duygusuna sahip olduğunu konuşmalarında inkar etmiyor. Ama ne var ki aralarındaki başlıca ihtilaf kaynağı olan «asi arkadaşlarından» da ayrılmaya yanaşmıyor.
- «Ben onlarsız yaşayamam,» diyor. «Onlarla beraber olduğum zamanlar avunuyor, kendimi unutuyorum. Benim paramı yediklerini söylüyorlar. Bu gerçek bile olsa, helal ediyorum hepsine. Parayı kazanan ben değil miyim? Dilediğime verir, dilediğime yediririm.»
Johnny, filim çalışmalarının yanı sıra konserleri de ihmal etmiyor. Son konserini Spor Sarayı'nda veren Johnny Hallyday, bu konserinde 30 şarkı söyledi. Kendisine konserin ilk kısmında büyük bir orkestra, ikinci kısmında da küçük bir orkestra eşlik etti. Konserin sonlarına doğru iyice coşan Johnny, elbiselerini parçaladı, ter ter tepindi, kendini yerden yere attı. Ve 30'uncu şarkısını söyledikten sonra da o canım gitarını yere vura vura param parça etti. Tabii o, sahnede bunları yaparken binlerce Fransız gencinin ne hale geldiğini varın siz tahmin edin!...
Koca Oiympia'ya bile sığamayan Johnny Hallyday, artık müzik çalışmaları ile sinemayı paralel olarak yürütmek niyetinde. Belki de bu yıl Johnny'yi daha çok bir filim yıldızı hüviyeti içinde göreceğiz.
Dünkü Johnny Hallyday ile bugünkü arasında gerçekten dağlar kadar fark var. Yaptığı son otomobil kazası üzerine, geçici olarak ehliyeti de geri alındığı için artık bisiklete biniyor. Böylelikle çocukluk zevkini yeniden tadabildiği için son derece memnun olduğunu söylüyor. Ancak yine de gönlünde yatan arslan bir otomobil.
- «İşlerim iyi giderse, cezam dolar dolmaz bir Rol Is Royce alacağım,» diyor. Sonra da gözlerini bir noktaya dikerek, hayal aleminde konuşurmuş gibi müstakbel arabasını tarif ediyor: «Rengi kırmızı olacak; alev kırmızısı. Pırıl pırıl parlayacak. Üzerine bahar çiçeklerinin en güzeli papatya resimleri yaptıracağım. Böylece her gittiğim yere neşeyi ve bahar havasını birlikte götüreceğim...»

Hayatının bir dönüm noktasında olan ve her zamankinden daha formda görülen Johnny Hallyday'in yeni yılda da kendinden bahsettireceği muhakkak...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...