Adana'nın Yenice
Köyü'nden 1931 doğumlu Yılmaz Pütün... İstanbul'un
Yeşilçam’ından Yılmaz Güney... Çirkin Kral... «Seyyit Han»
ın, «Bir Çirkin Adam» ın, «Umut» un yaratıcısı... Yarım
asırlık geçmişi bulunan Türk sinemasının büyük isimlerinden
birisi... Oyuncu olarak, senarist olarak, yönetmen olarak...
1952 yılından 1971
yılına kadar uzanan 19 yıllık uzun bir köprü ve bu köprünün
üzerinde yaşama savaşı veren, bu savaşı ezilmeden, ezerek
sürdüren Yılmaz Güney... «Sinemadaki ilk günlerinizi anlatır
mısınız?» dediğimiz zafnan gittikçe genişleyen bir gülüş
kaplıyor yüzünü. Sonra sıkıntılı sıkıntılı düşünmeye
başlıyor. Önce neden gülüyor, sonra neden düşünüyor, anlamak
mümkün değil. Hoş, Yeşilçam'ın «Çirkin Kral» mı anlamak
kolay değildir ya zaten... Bazen tayfun gibi sert eser. Bazen meltem
kadar yumuşak olur!
- «Aradan 13 yıl
geçmesine rağmen ben hala sinemadaki ilk günlerini yaşayan bir
adamım,» diye
anlatmaya başlıyor Yılmaz Güney. «Heyecanımda, inadımda
değişen bir şey yok. ilk günlerdeki gibi sinemanın cellatlarıyla
uğraşıyorum.»
Bu sözlerden o İlk
günlerin kızgınlığını, hıncını, acısını, ızdırabını
sezmemek mümkün mü? Değil tabii... Netekim az sonra Yılmaz
Güney, o günleri, tıpkı bir şiir yazar gibi, şu cümlelerle,
biraz daha açık olarak gözler önüne seriyor:
- «Acıların her gün
kanayan bir çiçek gibi açtığı İlk günlerden bu yana uzun ve
yorucu yıllar geçti. Başarılarla, başarısızlıklarla,
sevinçlerle, heyecanlarla, öfkelerle, inatlarla yüklü uzun
yıllar. O günleri, o yılları düşündüğüm zaman bana hayatı
yasaklayan, haram eden insanları, sinemanın cellâtlarını
hatırlarım hep...»
ADANA'DA BİR YILMAZ
PÜTÜN YAŞARDI
Önünde duran bardağa
uzanıyor. Yarı yarıya viski dolu olan bardağa... Gözleri çakmak
çakmak. Pencereden dışarı bakıyor. Tam karşıya, Türkan
Şoray'ın evine doğru...
- «1952 yılında
Adana'da Kemal Film Bürosu'nda pursantaj memuru olarak çalışıyordum.
Bizim büronun filmi sinemada oynarken, İçeriye biletsiz adam
girmesin diye kapıda beklerdim. Üç dört yıl çalıştım
böylece. 20, 30 kiloluk filim kutularını sırtımda taşıdım
çoğu zaman. Aldığım para ile ancak karnım doyuyordu. Yarı aç,
yarı tok yaşıyordum o günlerde. Yazmaya çizmeye merakım vardı.
Kendi kendime bir şeyler karalıyordum. Üç-dört gün sonra
okuduğum zaman beğenmiyor yırtıyordum.
«Bu pursantaj
memurluğum sırasında sinemaya merak sarmaya başladım. Devamlı
olarak halkın ne tip hareketlerden hoşlandığını tetkik
ediyordum. Bir filmin neresinde alkışlandığını, seyircinin
filmin neresinde ağladığını, neresinde büyük heyecan duyup
Jöne tezahürat yaptığını uzun uzun not alıyordum. Tek gayem
iyi bir yönetmen olmaktı. Oyuncu olmak aklımın köşesinden bile
geçmezdi o zamanlar. Niye mi? Hiç, sevmiyordum aktörlüğü.,.»
İSTANBUL'A
GELİYORUM
«İşte o günlerde,
—ki yıl 1958'di— İstanbul’a geldiğim zaman ilk ustam Atıf
Yılmaz’la tanıştım. Mert, samimi, namuslu, iyi niyetli bir
insandı Atıf Yılmaz. Bana çok iyi davrandı, anlayış gösterdi,
elinden gelen yardımı esirgemedi. 'Bu Vatanın Çocuklarımda baş
rolde oynattı beni. Arkasından 'Alageyik'te bir şans daha tanıdı.
Fakat Yeşilçam'ın cellatları karşıcıdaydılar hep. 'Bu adamdan
olsa olsa boyacı, kömürcü çırağı, kapıcı, odacı olur,'
diyorlardı. Şimdi düşünüyorum da, onlara kızamıyorum bile...
Nasıl kızayım, zavallı insanlar onlar. Hele bunlar İçinde Osman
Seden'ı unutmam hiç. O günlerde benim için demiş ki, 'Benim
büromda 60 lira haftalıkla çalışan adama ben değil başrol
oynatmak, 60 bin lira vermek, 60 kuruşu bile çok görürüm!' İşte
bu Osman Seden’in yıllar sonra Adana’ya nasıl geldiğini,
karşımda nasıl durduğunu, ne şekilde konuştuğunu
anlatmayacağım. Benim insanlara her zaman hürmetim vardır.
Kimseyi kırmak istemem.
«Üçüncü
filmim Tütün Zamanı'na başladığım zaman ümitsizlikler
içindeydim. Kendimi Yeşilçam'a kabul ettirememiştim henüz.
Arkamdan müstehzi gülüşler oluyordu, ama bunun böyle olmasında
benim suçum yoktu. Hikayeler, senaryolar tutarsızdı. Tütün
Zamanı’nın iş yapmayacağını söylediğim zaman rejisör
Süreyya Duru gülmüş, 'Yapar, yapar, merak etme,' demişti. Ve
filim beklenen işi yapmadı, bütün suç da benim üzerime yıkıldı.
Her şeyi benim mahvettiğim iddia edildi. Hatta bazıları kıs kıs
güldüler, Süreyya Duru'ya, 'Biz size demedik mi, bu adamdan artist
olmaz. Oynatmakta hata ettiniz!' dediler... Fakat aynı filmi, ben
şöhret olduktan sonra ikinci defa piyasaya çıkardıkları zaman
ilk vizyonun parasından iki misli fazlasını topladılar. Ve bana
yaltaklanmaya başladılar...
«Derken bir kazaya
uğradım. Yazdığım bir hikayeden dolayı hapse düştüm. Sonra
da sürgün. Yeşilçam haram olmuştu bana sanki. Ama ben her şeye
rağmen 'Yaşasın hayat... Yaşasın insanlar...' deyip
kötümserlikle karışık bir iyimserlik içinde mücadelemi
sürdürmeye çalışıyordum. O günlerden aklımda kalanlar,
hiçbirisini unutmadığım anılar şunlar: Bursa Sokağı'nda her
gün yüzlerce defa selamlaştığım ıslak parke taşları, ahşap
evimizin sıvaları dökük duvarları, borçlu olduğum küçük
meyhaneler, paketi bozup taneyle sigara satan garsonlar, uyuyabilmek
için gazete yakıp ısındığım uzun kış geceleri, Beyoğlu'nun
ara sokaklarının kötü kadınları... Hey gidi günler hey!
Hepinize selam. Hiçbirinizi unutmadım. Ölünceye kadar da
unutmayacağım...
«Sıkıntılar içinde
Balık Pazarı'nın ara sokaklarında ucuz şaraplar içtiğim o ilk
günlerde çok başrol teklifleri aldım. Fakat hiçbirini gözüm
tutmadı o senaryoların. Çok iyi biliyordum ki, filim iş
yapmayacak ve okkanın altına yine ben gidecektim. Zaten kalbimde de
yönetmenlik denen aslan yatıyordu. Bu yüzden o günlerde bana çok
parlak gelen 500, 600 liralık teklifleri reddedip (!) Atıf Yılmaz’a
asistanlık yapmak için ta Maraş’ın Çığşar Dağları'na
gittim. «Karacaoğlanın Kara Sevdası» ın çekiyorduk. Bir ay
sonra İstanbul’a döndüğümüz zaman son bir ümitle, bugün
kendisini 'En büyük rejisör' olarak ilan eden bir yönetmenden iş
istedim. Yüzüme karşı, 'Olmaz' demedi ama, bal gibi atlattı
beni. Arkamdan da alaylı bir, iki cümle duydum sonra.
«'İkisi de Cesurdu',
'Koçero' falan derken bugünkü Yılmaz Güney'im artık. 'Çirkin
Kral’ diyorlar, 'Taçsız Kral', diyorlar, diyorlar da diyorlar
işte. Hepsine gülüyorum bu sözlerin. Kahkahalarla. Çünkü çok
iyi biliyorum ki, insanın parası ve şöhreti varsa, etrafında da
çok insanlar oluyor, insana çok cafcaflı unvanlar veriliyor,
lâkaplar takılıyor. Ama az önce de söyledim ya, ben insanları
çok severim.»
Şakaklarından terler
süzülüyor Yılmaz Güney'in. Belli ki o günleri, ilk günleri
anlatmak rahatsız ediyor Çirkin Kral’ı. Huzursuzluk veriyor.
«Yeter mi ağam bu kadar konuşmak?» diye bize soruyor. «Günlerce
konuşulur bu konu istense. Ama keselim burada artık. Gelecekten
konuşalım. Yarının güzel günleri bizi bekliyor.»
- «Son olarak başka
bir şeyler söylemeyecek misiniz?» diye soruyoruz Çirkin Kral’a.
O da son sözlerini selamlarla bitiriyor:
- «Selam size beni
kömürcü çıraklığına bile layık görmeyen büyük
prodüktörler... Beni bir günlük rolde bile oynatmayan, benden
büyük oyuncu olmayacağına inanan büyük yönetmenlerimiz, selam
size... Selam size büyük sinemacılar... İlk ustam Atıf Yılmaz
hürmet sana... Akad usta hürmet sana... Ve yarının genç
oyuncuları, genç yönetmenleri, kavganıza selam...»...(diğer
haberler için aşağıdaki linke tıklayın)
Yorumlar
Yorum Gönder