Ana içeriğe atla

Emel Sayın'ın Buruk Sevinci

Bir duygu ki, anlatılmaz... Bir sevgi ki, üstüne yoktur... Bir özlem ki, içten içe yangın olur, büyür... Her şeyin üstündedir... Tüm güzelliklerden daha gozel, tüm değerlerden daha değerli, şekli, tarifi olmayan yalnızca yaşanan, hissedilen, sevgilerin en ölümsüzüdür evlat sevgisi...
Ya analık? Kadının özelliğinin en güzel meyvesini dokuz ay karnında taşıması, üzerine titremesi, o yüce duyguyu yudum yudum hissetmesi ve sonunda da ''Benimsin'' diyerek meydana getirdiği çocuğunu bağrına basması, damarlarında dolaştırması, içine sindirmesi... Mutlulukların erişilmezi, hazların en doyumsuzu...
Çocuğuyla hayat bulur bir ana... Yemez yedirir, içmez içirir. Ömrünü adar yavrusuna... Meydana getirdiği çocuk, onu hayata bağlayan tek varlıktır artık...
Daha ötesi bir kadının, bir ananın mutlu dünyasıdır...
Tersi ise, bir kadın için mutsuzluk girdabının en derini, hayattan tat almaması, bir çocuk sahibi olabilmek için yaşadığı hasretlerin en koyusu, hepsinden de öte dramın en acıklısıdır...
İşte böyle bir dramı yaşadı Emel Sayın İzmir'de... Tepecik Sosyal Sigortalar Doğum Hastanesi'nin, doğum odasında yeni doğmuş bir yavruyu eline aldığı, kucakladığı zaman zoraki gülümsemeyle gizlemeyi başardığı gözyaşlarını içine akıttı...
Ve o gün şöhretli, zengin, güzel ve herkesin peşinden koştuğu Emel Sayın yerine, hayatında bir çocuk sahibi olamamanın acısıyla kıvranan, bir kadın vardı...
Bir tanıdığının doğum yaptığını öğrenir öğrenmez sevinçle girdiği hastane kapısından, mahzun ve boynu bükük çıkan bir şöhretli kadın...
Evet, Emel Sayın şanlıydı, şöhretliydi, zengindi ve güzel bir kadındı. Başından üç evlilik geçmiş ancak bu evliliklerinde ne mutluluk, ne de çocuk sahibi olabilmişti. Oysa hayatta bu ikisi hariç her şeye sahibolmuş, İzmir'de yaptığı basın toplantısında bile ''Ot gibi yaşıyorum. İçimde bir boşluk var'' diyerek mutsuzluğunu dile getirmişti.
Doğum hastanesinde yaşamının kesitleri bir kez daha canlandı. Hastane ilgilileri Emel Sayın'a beyaz bir önlük giydirip, doğumhaneye soktular. Göbeği henüz kesilmiş, dünyaya birkaç saat önce "Merhaba'' demiş olan tanıdığının çocuğunu kucağına verdiler... Ve Emel Sayın'ın bu yavruyu, çıplak vücudunu öyle bir tutuşu, öyle bir sarışı vardı ki, kendi çocuğuymuşçasına, sancılarını kendisi çekmişçesine...

Ama gerçek çok geçmeden bir tokat gibi Emet Sayın'ın yüzüne patladı. Kollarındaki yavru kendisinin değildi... ''Belki de'' diye iç geçirdi... Evet, belki günün birinde, yeniden evlenip, kendi yavrusunu bağnna basacağı, koklayacağı günler gelecekti...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....