Ana içeriğe atla

Banu Alkan Hikaye Anlatıyor

Tren karla karışık yağan yağmurun altında hızla ilerliyordu. Vakit akşam üzeriydi... Soğuk kjş günlerinin kısa geçen gündüzünden sonra akşam erkenden varmıştı. Trenin penceresinden bakan küçük kız, yaprakları dökülmüş ağaçların arasından tren yolu boyunca akmakta olan dereyi kolayca görebiliyordu.
Küçük bir kus surusu derenin yatağı boyunca dolaşıyor, bulduklarını giyiyorlardı. Trenin gürültüsüyle havalandılar. Ama bu gürültü onları çok korkutmamış olacak ki, yeniden eski durumlarına geldiler, umursamazcasına yeniden bir şeyleri aramaya başladılar.
Sonra tren bu görüntüyü gerilerde bıraktı ve yeni güzelliklere doğru koşmaya başladı.
Bu kez de uzakta tepeler arasında kalmış bir köye takıldı gözleri. Sanki terkedilmiş, sanki kaybolmuş gibiydi O anda aklına bu köyde de kendisi gibi çocukların olabileceği geldi. Belki de çok iyi anlaşabileceği bir arkadaş bulabilirdi onların arasında.
Annesinin sesiyle hayallerinden sıyrıldı.
«Hadi» diyordu annesi. «Bir şey yemedin hala.»
Ve ona bir elmayla birlikte içine peynir sıkıştırdığı ekmeği uzatıyordu.
Birden ne kadar acıkmış olduğunu farketti. Elmayı ve ekmeği aldı, tekrar başını camdan yana dönüp şimdiye dek hiç izlemediği, hiç görmediği, hatta kendisine bir bilmeceymiş, bir gizemmiş gibi görünen bu değişik görüntüleri izlemeye başladı.
Çok başka bir diyardan geliyorlardı buraya Daha şimdiden buranın insanı olduğunu anlamıştı Burası daha farklıydı geldikleri yerden, ama insanlarına hemen kaynamıştı. Aynı dili konuşuyordu buradaki insanlar Görenekleri, töreleri aynıydı. Daha küçüktü, ama bunları kavrayabiliyordu.
Tren küçük istasyonda durdu. Ve bir anda etrafı, satıcı çocuklarla doldu. Kimisi ayran uzatıyordu, kimisi sandviçler... Böylesine aniden nereden çıktıklarını anlayamadı... Burnunu cama dayadı. Soğuk cam buğulanmıştı içerinin sıcaklığıyla... Küçük bir iz bıraktı burnu pencerede.
Tam o sırada soğuktan kızarmış iki el uzandı camın dışından. Başını yukarı kaldırdı, baktı... Kendi yaşlarında bir çocuktu bu. Gazete istiyordu. Kompartımandan içeri baktı. Hiç tanımadığı bir adam oturuyordu karşısında. Yanında gazetesi... Düşünmedi küçük kız, gazeteyi kaptı, pencereyi açtı ve dışarı attı.
Annesi bağırmaya başladı... Küçük kız korkarak adamın yüzüne baktı. Anlayışlıydı adam. Kendine bakan, adeta yardım isteyen bu gözlerden etkilenmeden yapamadı. Araya girme gereksinimi duydu.
«Önemli değil» dedi gülümseyerek.»
«Ama okuyordunuz» dedi annesi. «Hayır, okumuyordum. Bitirmiştim.»
Annesi kızına doğru döndü:
«Ne ayıp» dedi. «İzin istemeden böyle şey yapma bir daha.»
Ortalık yatıştı sonunda.
Üzülmüştü küçük kız. Biraz da kızmıştı. Mahçup olmuştu başkalarının yanında azarlandığı için. Hiç sesini çıkarmadan camdan dışarı bakmaya başladı. Görüntüler birbirini takip ediyordu. Her şey birbiri ardından akıp gidiyordu.
Vakit ilerliyordu. Gözleri kapanmaya başladı, uykusu geliyordu yavaş yavaş. Ablasının kucağındaydı. Annesi daha küçük kardeşini kucağına aldığı için ona yer kalmamıştı. Kompartımanın kapısının açılmasıyla kapanmakta olan gözlerini araladı. İçeri hoş bir kadın girmişti. Kadın bir an gözlerini herkesin üstünde gezdirdi. Yanlarında boş bir yer vardı. Ablası biraz kenara çekildi. Açılan yere oturdu kadın. Kürkünü çıkardı kucağına aldı. Şık, kırmızı elbisesi bir anda gözlerini aldı küçük kızın. Kırmızı uzun tırnaklı ellerine baktı. Kendi küçücük ellerine baktı sonra. O da büyüyünce böyle yapacaktı. Ablasına daha sıkı sarıldı. Gözlerini yumdu. Rüyasında büyümüştü, kırmızı elbisenin aynısını giyinmişti, mutluydu küçük kız.
Tren aynı hızla ilerliyordu. Tepelerden iniyor, tepelere çıkıyor, düz ovalarda ilerliyordu.
Geceleyin uyandı. Yalnızca kendisi uyumuştu. Herkes uyanıktı, konuşuyorlardı. Sohbet koyulaşmıştı. Kimse uyandığının farkına varmamıştı. Etrafı gözlemeye başladı. Yine gözleri o şık kadına takıldı. Sarı saçlarına baktı, konuşmasını inceledi, tavırlarına hayranlık duydu...
Ablası uyandığının farkına vardı tam o sırada.
«Anne» dedi. «Bu uyanmış, bizi dinliyor.»
Hepsinin bakışları ondan yana döndü. Utandı küçük kız, kızardı yanakları...
Artık büyük kente yaklaşıyorlardı. Uzaktan binlerce ışık göz kırpıyordu. Sanki gökyüzü yere düşmüş gibi geldi ona. Ablasına döndü, «Abla», dedi. «Sanki gökyüzü yere düşmüş.»
«Aptal» dedi ablası, sevgiyle saçlarını karıştırdı onun. «Öyle şey olur mu hiç?»
Karanlıklar içinde parlayan binlerce ışığın görüntüsü ne kadar da güzeldi... Orada milyonlarca insan yaşıyordu. Gündüz oldu mu, herkes koşuşmaya başlıyor, gece oldu mu evlerine çekiliyorlardı. Hele kış geceleri herkesin bir sığınağı vardı sanki. Küçük kızın büyük kentin gece yaşantısından haberi yoktu henüz.
«Bak gördün mü?» dedi ablası. «Burası İstanbul.»
Cama daha bir dayandı, daha bir merakla bakmaya başladı küçük kız. İstanbul demek burasıydı. Kendini bildi bileli bu şehrin ismini duyardı. İstanbul ne denli yabancıydı kendisine...
Tren kalabalık şehirden içeri giriyordu. Geçiyordu son hızla evlerin arasından. Biraz merakla, biraz da korkuyla bakmaya başladı. Bilmediği şeyler onu ürkütüyordu. Ama zaman gelecek güçlü bir insan olacaktı. Biliyordu bunu kendisi de. Nereden mi? İşte bu soru cevapsız kalıyordu.
Tren durdu en sonunda. Kalabalık aile valizleriyle, bavullarıyla inmeye başladı. Küçük kızın uzun sarı saçlarıyla, annesinin oturttuğu bavulun üzerinde çok güzel bir görünümü vardı. Meraklı bakışlarla etrafı seyrederken bu büyük kentin gelecekte ona neler getireceğinden habersizdi.

Yeniliklerin olması için zamanın geçmesi gerekiyordu. Zaman geçecek, küçük kız büyüyecekti... İstediklerini o zaman elde edecekti... Ama o zaman bir acı olacaktı hafiften. Üstünden bir türlü atamadığı, zaman zaman varlığını hissettiği bir acı. O neydi? Yıllar öncesinde bavulun üstünde korkuyla otururken, etrafı seyrederken küçük kızın yüreğinin derinliklerinde hissettiği korku muydu acaba?...(diğer haberler için aşağıdakilinke tıklayın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kartal Tibet'le Bıyık Üzerine

Bıyık deyip geçmeyin hemen... Burnun hemen dibinde başlayıp üst dudağa paralel siyah bir çizgi çizen «bıyık» dediğimiz nesne cins cinstir, çeşit çeşittir. Kaytan bıyık vardır, pala bıyık vardır, badem bıyık vardır, pos bıyık vardır, douglas bıyık vardır, hatta pis bıyık bile vardır. Anlayacağınız hanımların biçim biçim, renk renk, çeşit çeşit saçları ve dahi saç modelleri varsa, biz erkeklerin de «bıyık» avantajı var. Üstelik bizimki öyle berberdi, kuafördü gibi beklemeli, masraflı değil. Bir makas, küçük bir ayna bıyığınıza istediğiniz biçimi vermek için yeter de artar bile! Şimdi, durup dururken bu bıyık meselesinden söz açışımız elbette sebepsiz değil. Biraz ilerimizde filim çevriliyor. O sahnenin çekimi biter bitmez Kartal Tibet yanımıza gelecek ve onunla «bıyıktan» bahsetmeye başlayacağız. Zihni temrin bizimkisi yani... Evet, sahne bitiyor, Kartal Tibet rejisörden izin alıp yanımıza doğru yürümeye başlıyor. Geldi... oturuyor... KARTAL TİBET VE BIYIK Kartal Tibet’te «bıy...

Turgut Özatay Evlendi

1964 yılını 1965'e bağlayan günlerdeyiz... İstanbul rıhtımına güzel bir Italyan gemisi yanaştı: «San Marco»... Gemiden çıkan turistler Istanbul'ın tarihi anıtlarını, tabiat güzellikleri görmek istiyorlar. Geminin merdivenlerinden iki İtalyan kızı iniyor. Tam o sırada Türk sinema dünyasının ünlü karakter oyuncusu Turgut Özatay da orada bir arkadaşını ziyarete gelmiş. Kızlardan İngilizce bileni Turgut'a, «Ayasofya'ya ne taraftan gidebiliriz?» dîye sordu. Turgut da bu iki turist kıza, «İsterseniz otomobilimle sizi oraya götürebilirim,» cevabını verdi. Biraz sonra üç kişi Ayasofya'nın 1500 yıllık kubbesi altında geziyordu. Genç kızlardan Cinzia Morigi adında olanı Fransızca biliyordu ve Urbino üniversitesinde felsefe doktorası yapıyordu. Cinzia, İtalya'ya gittikten sonra, pek beğendiği Turgut Özatay'a bir teşekkür mektubu yazdı. Turgut bu mektubu arkadaşı Vladimir Krasovsky'ye tercüme ettirdi. Mektuplaşma aylarca, hatta yıllarca devam etti. 1965 geçmi...

Fatma Girik'in Çıplaklıktaki Cömertliği

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi sinemaya da muhtelif yollardan gelinir; gelenlerin çoğu şöhret olup bol paraya kavuşma hayalini içlerinde bir virüs olarak taşıyarak silinip kaybolurlar, bir kısmı daha ilk edimini attığında önündeki bütün kapıları ardına kadar açık bulup zahmetsizce merdivenleri tırmanır; kimi dert çeker, çile çeker ama, direnir, şansını bekar. Şans günün birinde ona gülünce her şey birden ışıldar, şan, şöhret, para, hayranlar onun olur... Fatma Girik’i hangi sınıfa sokabilirsiniz. Bize kalırsa bu klasik sınıflamanın dışındadır Yeşilçam’ın mavi gözlü, açık sözlü Fato’su... Dışındadır, çünkü o şöhret olmak için çile çekmemiştir. Evet, sinemaya figüranlıkla başlamış, «Günahkar Baba» da, «Beş Hasta Var» da figüranlık yapmıştır, ama birden başrole fırlamış ve bir daha oradan aşağıya inmemiştir. Ama ne var, biliyor musunuz? Fatma Girik 'in asıl çilesi o zaman başlamıştır. Yeşilçam'da kadın yıldız öpüşmez, soyunmaz, makyajsız kamera karşısına geçmez, İstanb...

Orhan Gencebay'ın Spor Tutkusu

Spor adaleyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda beynin bütün fonksiyonlarını da güçlendirir, dolayısı ile iradeyi ve mantığı sağlamlaştırır.» Orhan Gencebay birbirinden ağır halterleri kaldırır, bisiklette pedal çevirip ter atarken, bir yandan da bunları söylüyordu. Sanatçının periyodik spor çalışmasını yaptığı aletli jimnastik salonunda bir yandan resim çekiyor, bir yandan da spor üzerine söyleşiyorduk. Orhan Gencebay, pek çok sinema sanatçısında bile olmayan atletik bir yapıya ve fiziğe sahipti ve bunu sürekli spor yapmaya borçlu olduğunu söylüyordu. Sanatçı sporla çocukluk yıllarından bu yana devam edegelen ilişkisini şöyle anlattı: «Samsun'da ortaokul ve lise sıralarında 5-6 yıl aralıksız vücut estetiği ve güreş çalıştım. Kondisyonum çok iyiydi. O yıllarda biraz da Jiu-Jitsu çalıştım ama, o zamanlar Uzakdoğu sporları ülkemizde henüz çok yeni idi. Bu yüzden o yönde pek fazla gelişemedim. Her zaman çok yürür ve çok koşardım. Bu, sadece bana özge bir davranış değildi....

Ajda Pekkan Konuşuyor

Kimisine göre Eurovision yenilgisinin getirdiği bunalımdan kimisine göre aşk ilişkilerindeki çıkmazdan büyük bir bunalıma itilmişti. Kimseyle görüşmek istemiyor, giderek kilo veriyor, gülmeyen yüzü, kuşkulu bakışlarıyla çok zaman bilinçsiz ve yanlış davranışlarda bulunuyordu. Bu sıkıntılı dönemini atiatamayacağım anlayınca her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Günün birinde uçağa atladığı gibi Türkiye'den uçup gitti... Bazıları Londra'da olduğunu söylüyordu Ajda'nın... Ama kesin olarak kimsenin bildiği bir şey yoktu. Bir hafta Paris'te görülüyor, sonra Cenevre'de veya Zürih'de olduğundan söz ediliyordu. Beili ki, sıkıntısı, problemleri ülkesini terketmekle geçmemişti. Yerinde duramıyor, bir şeyler arıyor, aradığını bulamıyordu... İşte o günlerde ansızın bir akşam saatinde SES'e telefon etmişti Ajda... «Unutmak ve unutturmak istiyorum. Bıktım, usandım... En az altı ay gelmeyeceğim Türkiye'ye... Müziği seviyorum. 17 yıllık çocuğum benim. Kuşkusuz müzikten...