Galatasaray
kafilesinin, Adanaspor maçından sonra doğruca Ankara'ya gelerek
Bakanlıklar yakınındaki bir otelde üslenişi, çok kimsenin
dikkatini çekmişti. Bazı fanatik Şekersporlular «Bizimle
yapacakları kupa maçının rövanşından korkuyorlar da ondan
burada konakladılar.» diye «hava» atıyorlardı ama daha kuşkulu
ve bilgiçler en çetin deplasmanlara bile bir gün önceden giden
Sarı-Kırmızılıların Başkent'te «karargâh» kurmalarında
başka «bit yenikleri» arıyorlardı. Çünkü böyle düşünenlerin
gözünde, tüm yolculuklarda masraftan kaçınan Galatasaray
kafilesinde tedbirli olarak Ceza Kurulu'na verilen Tuncay, Ekrem ve
B. Mehmet'in de bulundukları hiç kaçmamıştı.
MEĞER
Kİ NEYMİŞ?
Pazartesi
günü, Ankara'nın ünlü saunalarından birinin önünde duran
otomobilden önce Tuncay, sonra Ekrem ve Enver iniyorlar, büyük bir
saygıyla, direksiyon başındaki «Ağabey»lerinin inişini
bekliyorlardı. Sonra gurup saunaya giriyor, soyunup dökünüp bir
köşeye çekiliyor, bol «fıs-kos»lu bir konuşma başlıyordu.
«Kulak misafiri» olanlar bu konuşmalarda, Galatasaray'lı «Abi»
nin futbolculara «Meraklanmayın canım. Bu işi oldu bilin. Yarın
hepinizi saat 13.00'de bekliyorum. Söyleyin B. Mehmet'de gelsin.»
dediğini duyuyorlardı.
Ertesi
gün, kararlaştırılan saatte buluşuluyor, futbolcular ünlü
«abilerinin arkasında asansöre binerek Beden Terbiyesi Genel
Müdürlüğü'nün bulunduğu Ulus'taki binanın 9'uncu katına
çıkıyorlar ve uzun bir koridorun sonundaki «Merkez Ceza Kurulu»
yazılı kapıdan giriyorlardı.
Kapalı
kapılar ardında neler konuşulduğu elbette bilinemezdi. Ama
bilinen bir şey vardı. O da, «tuttuğunu koparmakla» tanınan
«abi» ile futbolcuların binadan «ağızları kulaklarında»
ayrıldıkları, bir süre sonra da Galatasaray'lı futbolcuların
tedbirlerinin kaldırıldığının açıklanmasıydı.
Tedbirlerin
tepeden inme kaldırılması, büyük maç öncesinde
Fenerbahçe'lilerin midesini iyice bulandırmıştı. Çiçeği
burnunda yeni başkan Emin Cankurtaran, bu konuda, «Şimdilik maçı
bekliyoruz. Sonra gerekirse bildiklerimizi açıklarız» diyor ve
taraflar tüm hazırlıklarını tamamlayarak maça çıkıyorlardı.
Fenerbahçe'nin,
Galatasaray'ı evire çevire nasıl yendiğini, yalnız stadı
dolduran 30 binden fazla seyirci değil, naklen yayını TV'den
izleyen 11 milyona yakın kişi de görmüştü. Yine o gözler,
sahaların başarılı hakemi Ertuğrul Dilek'in, Fenerbahçe'nin bal
gibi penaltısını vermeyişinin de tanığı olmuşlardı. Ama bu
arada, ya görmedikleri, ya da gördükleri halde pek
farkedemedikleri gerçekler de vardı. Bu gerçeklerin ilki Ziya'nın
takım kaptanlığının nasıl yapılacağını Mehmet'e
öğretmesiydi. Çünkü, hakkındaki tedbir kararı üç gün önce
kaldırılan Mehmet, hakeme karşı çıkar, oyuna küser ve
arkadaşlarının hırsını baltalarken Ziya hem oyunu, hem de
arkadaşlarını olumlu yönde etkileyişi ile maçın kazanılmasına
büyük katkıda bulunuyordu. Tam bir uyuşumla oynayan
Fenerbahçe'de, takıma yerleşmesi sarılık geçirmesi yüzünden
geciken Önder parlarken, Galatasaray'da parlayacağı sanılan Engin
gölge gibi dolaşıyor, üstün oyununa alabildiğine ters düşen
el kol hareketleriyle Galatasaray taraftarlarını kızdıran Yılmaz
ise, takımın centilmenliğini inatla baltalıyordu.
Aslında
bu, bir yerde Birch'in ikide bir havaya kalkan yumruğuna verilen
karşılıktı ama hiç kuşkusuz çirkin bir karşılıktı. Eğer
Birch, yumruk kaldırmanın tadını kaçırmasa, ne Yılmaz öyle
davranacak, ne de maçtan sonra sevinç yumağı halinde ve sel gibi
Taksim'e çıkan Tünel'e doğru yürüyen taraftarlar, kendini
bilmez bir Galatasaray'lının, Fenerbahçe bayrağına burnunu
silmeye kalkışmasıyla çılgınlaşarak, Galatasaray Lisesi'ne
baskın vermeye kalkışacaklardı.
Bu
arada, soyunma odasında da ilginç bir olay yaşanmıştı.
Gazeteciler, Didi ve futbolcularla konuşmak için Fenerbahçe
soyunma odasına dolduklarında, hırçın davranışlı bir görevli,
hepsini dışarı çıkarmış, gerekçe olarakta, «Futbolcuların
paraları çalınıyor,» kehanetinde bulunmuştu. Galatasaray
soyunma odasının kapısı ise zaten hiç açılmamıştı.
Türkiye
Ligi böyle bir potada kaynayıp dururken, öteki liglerdeki hareket,
heyecan ve çekişme de, kendi ölçüsünde, hiç Türkiye Birinci
Ligi'nden aşağı kalmıyordu. Örneğin 11 golle kısır bir
haftanın yaşandığı İkinci Türkiye Ligi'nin beyaz grubunda,
şampiyonluğa koşanların önüne İskenderunspor geçiyordu. Bu
grubun son iki takımı ise Erzurumsporla Kütahyaspor'du. Gelişme,
bu grupta şampiyonluk yarışının her hafta yeni biçimlere
bürüneceğini düşündürüyor, kırmızı grupta ise puan
kaybetmeye devam eden Sakaryaspor, inatla kendisini izleyen
Trabzonspor'un soluğunu daha yakından duyuyordu. Kırmızı grupta
son iki takım ise Bandırma ile PTT'idiler. Bunlardan PTT için
doktorlar artık rapor veremezlerdi. Çünkü bir zamanların bu
güçlü takımının 4 puanı vardı.
Üçüncü
Türkiye Ligine gelince... Bu ligin beyaz grubunda haftanın genel
özelliği gol kısırlığıydı. Şampiyonluk için
Kırıkkalespor'la, Karabükspor'un çekiştikleri bu grupta son iki
takım Nazilli ile Güneşspor'dular. Tıpkı beyaz gruptaki gibi,
kırmızı grubun şampiyonluk yarışında iki takım kalmıştı.
Bunlar 40 puanlı Çorumspor ile 35 puanlı Rizespor'dular. 5 puan
elbette büyük farktı ama bu ligde daha öyle çok ve çetin maçlar
oynanacaktı ki, sonunda ipi kimin göğüsleyeceğini şimdiden
kesinlikle söylemek, bulanık suda balık avlamaya benzerdi.
Türkiye'nin
futbol haritasında, şu günlerde, önemsenmesi gereken iki
şampiyona daha vardı. Bunların ilki, Türkiye Genç Takımlar
Şampiyonası'ydı. Türkiye liglerinde oynayan takımların genç
takımları arasında, 9 grup halinde yapılan bu şampiyonaya
şimdiye dek, Hayatspor'dan başka önem verenin çıktığını
kimse söyleyemezdi. Oysa, yarının büyük takımlarda oynayacak
futbolcuları, kendi yağlarıyla kavrularak bu takımlarda yetişmeye
çalışıyorlardı, işte bu nedenle Hayatspor konuya önemle
eğiliyordu. Bu şampiyonanın birinci grubunda Tekirdağspor, ikinci
grubunda Karabükspor, üçüncü grubunda Orduspor, dördüncü
grubunda Eskişehirspor, beşinci grubunda Afyonspor, altıncı
grubunda Konya İdmanyurdu, yedinci grubunda Tarsus İdmanyurdu,
dokuzuncu grubunda da Elâzığspor genç takımları lider
durumdaydılar. Her grupta altı takımın bulunduğu bu şampiyonada
Bolu, Giresun, Bursa, Kayseri, Adanaspor gibi Birinci Lig takımları
gençlerinin hiç parlak durumda olmadıkları düşündürücüydü.
Gençlerden
hiç de kalmayan uğraşlar içindeki amatörler ise Türkiye
Şampiyonasına giden yolda ter döküyorlardı. Özellikle
İstanbul'da akıtılan terler hepsinden çoktu. Altı gruptan oluşan
Birinci Amatör Küme'nin takımları, maçlar 15 Eylül 1973'te
başlamışlardı. Tayfun, Rami, Bakırköy, Tekel, Demirspor ve
Sümerspor takımları arasındaki bu maçlardan sonra İstanbul
Amatör Küme Şampiyonu belli olacak, bu takım da, Türkiye
Şampiyonası'nda İstanbul'un sesini duyuracaktı.
Sabri
hocanın kaleminden
DEV
MAÇIN ANATOMİSİ
BİR
berduş, bitkin arkadaşına rastlayınca «Selâmınaleyküm
derbeder» demiş, öteki de «Aleykümselam benden beter» diye
cevaplamış. Pazar günkü dev maçta, ön şartlara göre, favori
görülen Galatasaray'ın «Yasin hariç» bütün futbolcuları
birbirinden beterdi.
Böylesine
kötüleşmenin sebebi ne idi?
Fenerbahçe'nin
rahat galibiyetinin sebebi de böylece kendiliğinden meydana çıkmış
olur. Açıklamağa çalışalım.
Bu
maça kadar Galatasaray geri dörtlüsü saha markajı ile oynuyordu
ve bu hattın en güvenilir adamı Muzaffer'di. Şevki ise esas
yerinde bile görev almıyordu. Normal düzeni ile Galatasaray geri
hattı gerek müdafaada, gerekse hücumda en kötü haliyle vasatın
altına düşmüyordu. Sonra bu hattın kenar adamlarının, ileri
kanat adamları ile yaptıkları müşterek hücumlar Galatasaray'a
büyük avantajlar sağlıyordu.
Pazar
günü evvelâ geri dörtlüsünün, pek akla uygun gelmeyen, oyun ve
adam değişikliği Galatasaray'ın bu avantajını ortadan kaldırdı.
Şöyle ki:
Saha
markajından, adam markajına geçen Galatasaray'lılar bu tür
savunmayı hiçbir şekilde yapamadılar. Kocaman kocaman boşluklar
verdiler. Bu da Fenerbahçe'nin çok rahat, belki de bir daha
rastlayamayacağı kolay bir mücadele yapmasını sağladı.
Geri
dörtlüsünün böyle iş görmez hale gelmesi yalnız bu hattın
açık vermesi ile bitmiyor, Galatasaray'ın son zamanlarda en
başarılı iki adamı Metin ile Engin'i de oyun dışı ediyordu.
Fenerbahçe'de
pazar günü eline geçirdiği «hatalar zincirini» kemire kemire
kendi yararına kullanmayı başardı.
Başarının
öncüleri muhakkak ki başta Ziya, Selâhattin, Önder olmak üzere
Datcu, Yılmaz, Ersoy idiler.
Futbol
değerleri hiç bir zaman inkâr edilemiyecek olan bu kadronun
korkulu rüyası «ZOR» idi. «Zor oyunu bozar» sözü futbolda
daima geçer akçedir. İşte pazar günü karşılarında evvelâ
büyük rakibin «ZOR» luğunun kendiliğinden kalktığını gören
Fenerbahçe'liler istedikleri gibi top oynamağa başladılar.
Galatasaray'dan
beklenen kanat hücumlarını Fenerbaçe'liler yapmağa başladılar.
Böylece Galatasaray defansının bomboş noktalarına çok rahat
deplasmanlar yapmak imkânını buldular.
Eğer
Cemil, Osman, Mustafa biraz daha çabuk, dikkatli olup bencil hareket
etmeseydiler güzel futbol daha farklı bir sonuca ulaşırdı.
Bu
büyük maçın görünüşünü böyle açıklamağa çalıştıktan
sonra bir konuya temas etmekten kendimi alamıyorum.
Bizim
futbolcumuz kendinden çok emin olduğu zaman gayretleri çok zaman
kuşku ile sonuçlanır. Fakat kuşku ile başladığında ise emin
sonuçlara varabilirler.
Önümüzdeki
haftalarda bilhassa bu nokta üzerinde düşünmek gerektiğine
inanıyorum. Yine inanıyorum ki, «Her başarısızlık, gelecek
başarıların bir başlangıcıdır.»
Didi,
Cankurtaran ve bir gerçek
KADER
bu ya, Cankurtaran başkan seçilir seçilmez bir uzun ve de korkulu
90 dakika yaşamıştı ki anlatılır gibi değil... Öyle ya,
kupanın çeyrek finalinde Fenerbahçe, Trabzonspor karşısında
ölüp ölüp dirilirken Cankurtaran'ın cam da neredeyse burnundan
çıkacaktı. «Bereket versin» diyor Sarı-Lacivertli kulübün
çiçeği burnundaki başkanı, «Cemil son dakikalarda 3. golü attı
da takımın yarı final yolu açıldı. Yoksa kalbim duracaktı
Alimallah... Oysa dini inançlarım doruğunda her şeyi yapmış,
kurban kestirdikten sonra maça gelmiştim» diyordu.
Evet,
Cankurtaran ertesi gün tam bir oh çekecekti ki, Başkent Ankara'dan
bir takım sinyaller almaya başladı ve ister istemez nabzı yine
yükseldi... Bu nabız yüksekliği, bir gün sonra daha da arttı...
Çünkü tedbir cezası verilen Galatasaray'lılardan yıldırım
hızı ile tedbirler kaldırılıyordu.
Sözü
uzatmıyalım, iş dönüp dolaşıp Fenerbahçe-Galatasaray maçına
geldi. Cankurtaran ikinci kez, tribündeki yerini başkan ünü ile
alırken az sonra tekrar bir 90 dakikalık kâbus başlayacaktı. Tam
o anda da Siyah İnci Didi soyunma odasında futbolcularına son söz
olarak şunları söylüyordu: «Sakın Galatasaray'da cezalılar da
oynuyor diye korkuya kapılmayın. Göreceksiniz, o cezalı
futbolculardan bugün takıma konulan hiç birisi istenilen randımanı
veremiyecek. Çünkü onlar psikolojik olarak maça hazır değiller.
Benim asıl korkum, cezalıların oynamamasıydı.»
Mr.
Birch, keskin sirke küpüne zarar verir unutmayınız!
Galatasaray'ın
üç lig, iki de kupa şampiyonlu antrenörü Brian Birch, nerede ise
İngiliz ağırbaşlılık imajını Türk Futbolseverlerinin
aklından silip süpürecek. Hani bizim futbolseverler, yakın bir
geçmişte George Dick (İngiltere'ye dönünce bir trafik kazasında
öldü. Toprağı bol olsun) ve Oscar Hold gibi gerçekten ciddi ve
ağırbaşlı antrenörleri hatırlamasalar; hatta üstüne üstlük
Mr. B.B'nin Türkiye'de görev yaptığı ilk iki ve de üçüncü
yılın yarısına kadarki «Mr. no coment - Konuşmayan adamlığını
bilmeseler» Canım sen de, biz neler gördük... Fenerbahçe'nin
geveze antrenörü Markoş'la Beşiktaş'ın kaynana dilli Spayiç'i
ne çabuk unutuldu?» deyip geçecekler...
Ama
olmuyor işte. Mr. B.B. sağ yumruğunu kaldırdıkça ne ölçüde
kendi oyuncu ve seyircisine hırs dopingi yapıyorsa, bunun iki hatta
üç katı kadar da karşı tarafı hırslandırıyor. Hatta fanatik
olan tarafsız seyirci ve futbolcuları da karşısına alıyor... Ve
giderek kamu oyundaki dudak bükme ve ayıplama duygusu, bir noktada
karşı koyma hırsıyla yanıyor. Bu arada akıldan yana olan
kişiler, bir yandan Galatasaray Yönetim Kurulu'nun Birch üzerindeki
kontrolü daha dikkatli yapması gerektiğini belirtiyor ve «Keskin
sirkenin en büyük zararı yine kendi küpünedir ve bu hiç bir
zaman unutulmamalıdır.» diyorlardı.
Bizden
söylemesi...(diğer haberler için aşağıdaki linke tıklayın)
Yorumlar
Yorum Gönder